Perşembe, Temmuz 20, 2006

 

TEMMUZ 2006

EDEBİYAT KLÜBÜNDE GEÇEN AY




Edebiyat klübü üyeleri geçtiğimiz ay yeni mezunların ellili ve altmışlı yılların sevilen yazarı Panait Istrati'yi
pek tanımadığını gören Edebiyat Klübünün eski mezun üyelerinin önerisiyle yazarın Akdeniz isimli romanını
okudular. Her Çarşamba akşamı 19:30'da Kampus'umuzun U-2 salonunda yapılan mutad toplantılara
aksatılmadan devam edildi ve 7 Haziran akşamı Hakkı Yazıcı ve Nurgül Özgirgin'in düet tarzında yaptıkları
ortaklaşa sunumda yazarın hayatı, dünya görüşü, eserleri ve sanat anlayışı anlatıldı ve daha sonra üyeler
okudukları kitabı tartıştılar.

Rumen asıllı Fransız yazarı Panait İstrati, 11 Ağustos 1884’de İbrail’de Rum kaçakçı Gerasim Valsamis ile Romen Yoitza İstrati'nin evlilik dışı oğlu olarak doğar. Babası Panait doğduktan bir yıl sonra öldürülür. Çamaşır yıkayarak hayatını kazanan annesiyle birlikte yoksulluk içinde yaşayan İstrati ilkokulu zar zor bitirir (iki yıl kaybeder) ve on iki yaşındayken çok sevdiği annesinden ayrılıp, kendini yaşamın, maceranın, özgürlüğün kollarına bırakır.

Ana evinden ayrılıp çoğu zaman aç, hasta ya da sefalet içinde geçen bu serserilik dönemleri, tam yirmi yıl sürer. Bu süre içinde İstrati'nin yapmadığı iş, Ortadoğu ve Akdeniz'de gezip görmediği ülke kalmaz. Garsonluk, börekçilik, amelelik, makinistlik, kazmacılık, hamallık, tabelacılık, çilingirlik, fotoğrafçılık... gibi hemen her işi yapan İstrati, çoğu zaman beş parasız bindiği gemilerle Suriye'yi, Lübnan'ı, Yunanistan'ı, Mısır'ı, İtalya'yı, Beyrut'u gezer.

Değişik kültürler, değişik diller ve yüzler arasındaki aç, çıplak ve sefil de olsa yaşanan bu maceralar, bir yandan İstrati'ye birçok ulustan dostlar kazandırırken, öte yandan da dağarcığında birbirinden çarpıcı öyküler biriktirmektedir. Ekmeğini paylaşan yoksul insanları, kendisi gibi "bir lokma, bir hırka" gezen Rum, Yahudi, Romen, Rus göçmenleri; yaptıkları basit işlere rağmen kendilerine uğrayan yolcuları aç bırakmayan küçük esnafı ve büyülü şehirleri tanır.

1900'lü yılların başında sosyalist hareketle tanışan Istrati, “Rumanya İşçileri” adlı gazetede yazmaya başlar. Sendika davalarının ateşli bir savunucusudur ve kısa sürede liman işçileri sendikasının sekreterliğine getirilir. Aynı yıllarda 51 yaşına geldiğinde ölümüne neden olacak hastalığı ciğerlerini kemirmeye başlamıştır.

1913-14’de Bükreş, İstanbul, Kahire, Napoli,Paris ve İsviçre’ye gider. İsviçre’de tüberküloz tedavisi amacıyla bir süre kalacaktır. Sanatoryumdayken tanıştığı Rus-yahudi yazar Josué Jéhouda onun yakın dostu ve fransızca hocası olur. Kimi kaynaklarda Fransızca'yı tümüyle kendi olanaklarıyla öğrendiği; hatta bunun bulduğu bir sözlük sayesinde olduğu da belirtilmektedir. Istrati 1915’de Romanya’ya döner.

Tüm bu zaman içinde yoksulluk onun peşini bir an olsun bırakmaz. Ciğerlerinden hasta, yoksul ve depresyonda iken bir parkta, güpegündüz boğazını usturayla keserek intihar girişiminde bulunduğunda tarih 3 Ocak 1921'dir.

Giysileri kir pas içinde orta yaşlı bir adam, Nis kentinin parklarından birinde usturayla kendi boğazını kesmiş olarak bulunup hastaneye kaldırıldığında üzerinde ünlü Fransız Yazar Romain Roland'a yazılmış uzun bir mektup çıkar. Bu intihar girişimi yerel gazetelerde yayınlanır ve ölümden kıl payı kurtulan adamın, yine kendi gibi serseri ruhlu bir arkadaşı tarafından okunur. Adı Panait İstrati olan bu adamın cebinden çıkan mektup, daha önce de Roland'a gönderilmiş, fakat alıcısı adreste bulunamadığı için aynen iade edilmiştir. İstrati hastanede acılarla boğuşurken, bu serseri kılıklı adamın serseri ruhlu arkadaşı, mektubu yeniden postaya verir. Mektup bu sefer yerine ulaşır. Romain Roland ilerleyen yıllarda o mektuptan şöyle bahsedecektir: "Bu mektup kendini boğazlamış bir ümitsizin üstünde bulunmuştu. Aldığı yaradan sonra yaşaması için pek az umut vardı. Mektubu okudum ve deha uğultularından hayrete düştüm. Ovada yakıcı bir rüzgâr. Bu, Balkan ülkelerinden yeni bir Gorki'nin itiraflarıydı. Hayatını kurtarmayı başardılar. Kendisini tanımak istedim. Mektuplaşmaya başladık. Dost olduk. Adı İstrati'dir..."

Rolland, Istrati’yi yaşadıklarını, tanıklıklarını yazmaya teşvik eder; ona bir çeşit öğretmenlik yapar. İstrati'nin Fransızca yazdığı öyküleri hemen hiç müdahalede bulunmadan sadece düzeltir ve yayımlanmalarına yardımcı olur. Biraz da Roland'ın ısrarlarıyla yazmaya başladığı ilk kitabı Kira Kiralina'yı 1924'te yayınlar yayınlamaz Istrati, ünlüler arasındaki yerini alırdı. Kira Kiralina’nın önsözünü Rolland yazmıştır. Sonra eserleri devam eder: Baragan'ın Dikenleri (1928), Sokak Kızı, Arkadaş, Angel Dayı, Kodin, Akdeniz, Minka Abla, Hayat Yollarında ve diğerleri.

Bu arada, Istrati’nin özel yaşamı da oldukça çalkantılıdır. İlk eşi Jeannette Maltus'la mutsuz bir evliliği vardır. Daha sonra, Anna Munsch ile evlenir. Ancak evliliği sürerken, 1926'da Marie-Louise Baud-Bovy ile tanışır. İki kadının aşkı arasında kalan İstrati, Rolland'a yazdığı bir mektupta şöyle der: "Anna'dan da, Bilili'den de vazgeçeceğime canımı feda ederim daha iyi. İkisi de gerekli bana. Ve bu pekala mümkündür."


İstrati, başlıca eserlerini fransızca yazmış olmakla birlikte, ilham aldığı temalar bakımından esas olarak bir Rumen yazarıdır ve kitaplarında Romanya'nın insanlarını anlatır. Ancak bunu yaparken anlattığı sadece Romanya değildir; bütün Akdeniz'i ve Avrupa'yı sarıp sarmalar. Yine de şunu söylemek yanlış olmaz: Istrati’nin esas konusu mekandan çok insanlardır. Bu insanlar Romanya köylerinde, İtalya sokaklarında, Akdeniz'in bir liman kentinin rıhtımlarında ya da süngerci teknelerinde karşımıza çıkar.

İstrati'nin kahramanlarını yaşama sevinci ve acılar şekillendirmiştir ve müthiş öfkelidirler. "Baraganın Dikenleri"nde boyarın konağını yakan köylüler, "Hayduklar"da ormana sığınıp bir çeşit gerilla mücadelesi vermeye başlar. "Sokak Kızı" ve "Kira Kiralina"da ise kahramanlar öfke ve insanseverlik arasında gidip gelirler.

Öte yandan, onun hemen her kitabında kendisini bulmak olanaklıdır. Henüz oniki yaşlarında, acımasız bir bozkır olan Baragan'da sonbaharın soğuk ve sert rüzgârlarının sürüklediği dikenlerin peşi sıra, ardına bakmadan koşturan çocuk da, Suriye'nin bir limanından kalkmak üzere olan gemiye gizlice binmeye çalışan otuzunu aşmış Adriyen de, daha pek çok kahramanında olduğu gibi Panait’in ta kendisidir.
Anlatımı sade ama etkili, kahramanları ise toplum içinde sıklıkla raslanılan insanlardır. Aslında, yer ve insan isimleri bir kenara bırakıldığında, anlattıkları bize son derece yakındır. Kahramanlarını betimleme tarzı, portre çizişi doyurucu olduğu kadar okuru sıkmayan, samimi bir özellik taşır. Bu özellikleriyle ve kısa ve özlü uslubuyla Sait Faik’e benzetilir.
Istrati'nin eserlerinde gerçek bir insan sevgisi hissedilir. Bu karşılıksız ve koşulsuz sevginin hikayesindeki kahramanların başına getirdiği belalar kadar, onlara yaptığı katkı da nesnel bir biçimde anlatılır. Vejdi Erbay şöyle diyor: İstrati, yazdığı her satırda, bütün olumsuz koşulların içinden, insanı sevmek için bir nedeni çıkarıp vermeyi başarıyor. Üstelik, bir arkadaş toplantısında başından geçen bir olayı anlatır gibi yalın, sahici ve sarsıcı. Onun yazar yönünün büyüklüğünü de dildeki bu başarısı sağlıyor.

Gerçekte emeğiyle, onuruyla çalışan küçük insanların verdiği “insanca yaşam, daha fazla ekmek ve özgürlük” mücadelesi Istrati’nin kitaplarını geniş ölçüde beslemiştir. Hiç kuşkusuz bu, onun dünyaya bakışından kaynaklanmaktadır. Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, Istrati’nin yaklaşımı, sınıfsal odaklı olmaktan çok hümanisttir. Gençlik yıllarında sosyalist yayınlarda yazmasına rağmen, yapısı itibariyle insanlara ve düşüncelere bağlılığı daha çok duygusal temelde kalan İstrati, örgütlü sosyalist mücadeleye sıcak bakmamıştır. Pek çok romanında politikadan, politik mücadeleden çok insanı insan yapan değerlerin üzerinde durması bu yüzdendir

Davet edilerek gittiği SSCB'den hasta ve morali bozuk olarak Romanya’ya dönen Panait Istrati Nis’e gidip tekrar tüberküloz tedavisi görür ve Bükreş’e geri döner.16 Nisan 1935’de Bükreş’de bir sanatoryumda ölür. Öldüğünde ellilerin henüz en başında; tam da bir yazarın en güzel eserlerini vereceği bir yaştaydı.

Edebiyat klübü 15 Haziran akşamı da bir ODTÜ'lüyü, İdari İlimler Fakültesi 1969 mezunlarından Şefik Sezer Seçkin'i yeni yayımlanan kitabı "Türkçe Vuruşurak Çekilirken" üzerine konuşmak ve tartışmak üzere davet etmişti. "Türkçe'nin hızla yozlaşması ve kültürel istilâ karşisında zorlanması, bir çok kalesinin düşmüş olmasına rağmen Türkçe'nin direnmesine katkıda bulunmak, Türkçe'nin vuruşarak geri çekilmesini karınca kararınca da olsa durdurmak, hatta yavaşlatmaya çalismak için bir şeyler yapmayı" görev bilen Şefik Sezer Seçkin yöneticilik yılları boyunca görüştüğü iş adamları, bürokratlar ve mülakat yaptığı gençlerle ilgili gözlemlerine dayanarak geliştirdiği ve kitabında ayrıntılarını anlattığı tezini özetledigi konuşmasının ardından gerek edebiyat klübü üyelerinin, gerekse Türkçe sorunlarına ilgi duyan diğer dernek üyelerinin katılımıyla hararetli bir panelde tartışıldı.

Sezer Seçkin konuşmasına "Türk Okur Yazarı"nın bir tanımını yaparak başladı. Hazırladığı ilk panoda oldukça şekilsiz bir çan eğrisi görülüyordu ve çanin en alt kısmından ortasına kadar olan bölümde "gazetelerin sadece ana başlıklarını belki okuyabilenlerle bir yazıyı ancak kekeleyerek sökenler" vardı. Çanin daralmaya başlayan yüzde 45'lik bölümünde "gazete ve televizyonlardaki haberleri oldukça iyi okuyan ama Türkçe'den başka dil bilmeyenler" vardı. Bunlar devlet memurları, esnaf, iş adamı, köylü, işçi vs. idi. Çanin uç tarafında kalan yüzde 5'lik bölümün ise yüzde 4'ünde ise basın, üniversite ögretim görevlisi, serbest meslek sahipleri, yöneticiler, ögretmenler, üniversite ve bazı lise ögrencileri vardı. Bu kesim biraz yabancı dil bilmekte ve gazete ve dergileri rahatlıkla okuyabilmekte. Çanin en ucunda bulunan yüzde 1'lik kesim ise bir yabancı dili iyi bilen ama çogu Sezer Seçkin'in tabiriyle "kültür kölesi" olmuş kesim. Bunlar basında, yönetimde, servis sektöründe, üniversite ögretim görevlisi ve ögrencileriyle ve yöneticiler.

Türk Okurunun profilini ve "hal-i perişanını" gösteren bu hazin tablodan sonra Sezer Seçkin'in hazırladığı "Çeviri Yetisi Merdiveni" adını taşiyan ikinci panoda Türkçe'nin yozlaşmasına katkıda bulunanlar sınıflandırılmıştı. Türkiye'de iyi eğitim almış, Türkçe'nin sorunlarına kafa yoran, bu işe hakkıyla sarılanlar ve çevirmenlerden oluşan yüzde 5'lik kesimi Sezer Seçkin "zararsız" olarak görüyor. Yurt dışında eğitim alanlar, yurt içinde yabancı dilde eğitim yapan liselerde dil ögrenenler ve yabancıların yanında çalisanlardan oluşan yüzde 45'lik kesimi "en zararlı", yurt dışında yaşamış veya yaşayanlar, yurt dışında eğitim alıp dönenler, yurt içinde üniversite ve liselerde yabancı dilde okuyanlar, yabancıların yanında çalisanlar, bir şekilde dil ögrenen (soförlük yaparak, turist gezdirerek vs) yüzde 50'lik bir kesim ise "az zararlılar" olarak tanımlıyor.

Sezer Seçkin toplantının konferans bölümünde daha sonra yine panolarla Türkçe'ye vurulan darbeler olarak gördüğü zararlı ve yanlış uygulamaları sıraladı. Sezer Seçkin'e göre zararsız gibi görünen birinci bıçak "yabancı adların Türkçe'de aynen yazılması"ydı. Bunun Türk okur yazarının yüzde 95 ila yüzde 99'una hitap etmediğini, halkımızın çok büyük çoğunluğunun Maureen O'Shaughnessey, Michelle d'Aubrail, Cvetan Tyszkiewicz vs. gibi isimleri doğru okuyabilmesinin beklenemeyeceğini belirtti. İkinci "Zararlı Bıçak" olarak gördüğü "yabancı cins isimlerin aynen yazılması" için ise mortgage, advantage, worldcard, puzzle, hospital, memorial gibi örnekler verdi. Sezer Seçkin'in "En zararlı bıçak" olarak gördüğü uygulamalar ise "tanım ve kavramların Türkçeleri yerine yabancı kelimelerin sokuşturulması" idi. Bunlara detay, periyot, aktivite, si-vi, CEO, kualifikasyon domine etmek, fokus olmak gibi örnekler verdi.

Sezer Seçkin buna karşi alınması gereken önlemleri ise sırasıyla yabancı adların Türk okuyucuya göre yazılması (Chicago değil Şikago, Jacques Chirac değil Jak Şirak gibi), yabancı ad ve kavramların kullanılmaması (aktivite değil etkinlik, prezentasyon değil sunum gibi), yabancı sözcükler dilimize ilk kez geliyorsa Türkçeleştirilmesini (hardware=donanım, software=yazılım, computer=bilgisayar, memory=bellek gibi), terim aynen alınmışsa Türkçe okunduğu gibi yazılmasını (football=futbol, cinema=sinema gibi) öneriyor.

Sezer Seçkin konferansının son bölümünde ise yabancı sözcüklerin doğru kullanımı üzerinde durdu. Bir hanımın "müdür" olamayacağını, "müdire" olduğunu, yolcuların "uçağa teşrif etmeleri" değil, "uçağı teşrif etmeleri" gerektiğini ve diğer Osmanlıca yanlışlarını hatırlattı. Okumada yapılan vurgu yanlışları (haakem, raakip gibi) ve dahi anlamına gelen "de" lerin, soru ilgeçlerinin ("mı", "mü", "midir",) ayrı yazılması gibi yazım yanlışları üzerinde durduktan sonra tartışma bölümüne geçildi.

Sezer Seçkin'in kendine özgü nükteleriyle edebiyat grubu neşeli bir akşam yaşadı, üyelerinin dilimize duydukları sevgi ve saygı tazelendi. Arkadaşimızın içtenlikle ve büyük emek ve araştırmaya dayanarak hazırladığı kitabına ögretmenlerimizin, aydınlarımızın ve tüm okur yazarlarımızın ilgi göstermesini dileriz.

21 Haziran Çarşamba akşamı Edebiyat Klübü toplantısının konusu Salim Şengil'in öyküleriydi. Hakkı Yazıcı Ankara Öykü Günleri için Beyazıt Kütüphanesine kapanarak hazırladığı Salim Şengil dosyasını klüp üyesi arkadaşlarıyla paylaştı ve yazarın "Es Süleyman Es" adlı öyküsünü okudu.

Edebiyat klübünün Haziran ayında yaptığı son etkinlik ise edebiyat klübü üyelerinin sadece okumakla kalmayarak daha iyi yazmaya çalışmak, duygu ve düşüncelerini daha iyi ifade etmeye çalışmak amacıyla başlattıkları öykü atölyesi kapsamında kendi yazdıkları öyküleri okumak ve üzerinde tartışmak üzere yaptıkları 28 Haziran toplantısıydı. Bir istisna olarak bu toplantı Büyükada'da deniz kenarında bir balık lokantasında yapıldı ve iki arkadaşımızın yazdıkları öyküler okundu.

 

HAZİRAN 2006

Edebiyat kulübünde geçen ay—Haziran—

Bu ay okuduğumuz iki roman acıların ülkelerini anlatmakta. Biri uzaklardan, Meksika’dan bir devrim hikayesi, biri Türkiye’den bir darbe ve sonrası hikayesi. Carlos Fuentes’in “KOCA GRİNGO”su ve Murat Uyurkulak’ın “TOL”ü.

Carlos Fuentes, bugün Meksika edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Bir yandan kişilerin dramlarını anlatırken, bir yandan da Meksika'nın, Güney Amerika'nın kanlı tarihine ışık tutuyor. Bu kanlı tarihi ele aldığı romanlarından biri de, “KOCA GRİNGO”.
“Carlos Fuentes, bu kısa romanında, gerçek bir olaydan yola çıkarak Meksika'nın Pancho Villa ve devrim yıllarına ilişkin lirik ve felsefi bir masal yaratıyor. 1913 yılında Meksika'nın toza dumana bulanmış ortamında ortadan kaybolan Amerikalı gazeteci ve yazar Ambrosa Bierce'in öyküsü üzerine kurulu romanda, Meksika'da Pancho Villa'nın generallerinden biri olan genç devrimci Tomas Arroyo'nun birliğine katılan Bierce ile bu genç devrimcinin âşık olduğu genç bir Amerikalı kadın arasında ilginç bir bağ kurulur. Bu üçlü ilişkide General Arroyo ile genç kadını birleştiren şey, her ikisinin de gerçek babaları tarafından ihanete uğramış olmalarıdır. Kadınla erkek, düşle gerçek, Meksika'yla Amerika Birleşik Devletleri arasındaki sınırları inceleyen Fuentes, bu kitabında da hem Amerika'nın hem de Meksika Devrimi'nin politikası konusunda kuşkularını sürdürüyor. “KOCA GRİNGO”, ünlü yazardan, büyülü gerçekçilik üslubunda, usta işi, incelikli bir roman.”, diye tanıtılıyor kitap.

Bu üç insan bir araya geldiklerinde Tomas ve Harriet birbirlerinde babaları tarafında terk edilmenin, ihanetin acısını bulurken ve yaşlı Gringo bir baba figürü olarak her ikisini de sarmalarken, Koca Gringo da onlarda kaybettiği kızı ve oğullarını yaşatacaktır. Koca Gringo, bir zamanlar Amerika'da tüm haksızlıklara saldıran, kalemiyle hırsızları, rüşvetçileri deşifre eden, ülke zenginliklerini yağmalayanlara karşı çıkan ve bunu bir medya devinin gazetesinde yapan biri olarak kendi ikiyüzlülüğüne, ailesine verdiği acılara dayanamayarak Meksika'ya gelmiştir. Villa tarafından kurşuna dizilmek, yakışıklı bir ceset olmak istemektedir. Bir bakıma Tomas da aynı şeyin peşindedir. Ona bir piç olduğunu, isimsiz ve topraksız bir köylü olduğunu unutturan devrimin peşinde şan ve şeref aramaktadır, genç yaşta ölümü aramaktadır, ama aynı zamanda burada bir öç de söz konusudur. Harriet'in payına ise, babasının anısının peşinde geldiği Meksika'da asla sahip olamayacağı bir aşk ve tekrar kaybedeceği bir baba düşecektir. Onlardan artakalan zamanı saklamak ve yaşatmak... Bu üç insan arasındaki, karmaşık içsel çatışmalarla yayılan ilişkinin arka planında Meksika gerçeği yürür, halkın çektiği acılar, kadınların ve erkeklerin yaşadığı sefalet, yaşama dair şeyleri yani tutkuları, istekleri, acıları bir gizlilik ve korku içinde yaşamanın utancı yürür. Büyük toprak sahipleri ve yerli halk arasındaki ilişki, Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişki açığa çıkar.

Tüm bunlar hem felsefi hem de düşsel diyebileceğimiz bir ortam yaratırken, aynı zamanda kesinlikle gerçek olduklarına dair güçlü bir izlenim de bırakıyorlar. Fuentes bu açıdan gerçek bir masal yaratmayı başarıyor.

Koca Gringo Luis Punzo tarafından 1989'da beyaz perdeye adapte edilmiş, Jane Fonda ve Gregory Peck oynamışlar.

Bu ünlü eserden sonra “TOL”ü okuduk ve 25 Mayıs Çarşamba akşamı, derneğimizin bahçesinde, genç yaşında çok başarılı iki roman -TOL ve HAR- yazmış olan Murat Uyurkulak’ı konuk ettik.

Murat Uyurkulak, 1972 Aydın doğumlu, gençlik ve çocukluk yıllarını İzmir’de geçirmiş. 17 yaşında Hukuk Fakültesine girmiş. Daha sonra bu sistem içindeki hukuk ve adalet kavramlarıyla bağdaşamadığı için okulu bırakıp, Sanat Tarihi okumuş ama bu bölümü de yarıda bırakmış. Bu süreçte evinden ayrılan, garsonluk , karanlık odacılık, çevirmenlik, gazetecilik gibi birçok farklı işte çalışan Uyurkulak, daha sonra gazeteciliği kendine meslek olarak seçmiş. Bir süre de Diyarbakır’da yaşamış. Radikal ve Birgün gazetelerinde dış haber servislerinde çalışan Uyurkulak, Milliyet Sanat dergisinde düzenli olarak yazıyor.

Sosyalist bir ailenin içinde büyümüş olan Murat’ın babası TKP’li bir edebiyat öğretmeni. 12 Eylül darbesi ve sonrasına bir çocuk olarak tanıklık eden Murat Uyurkulak, ailesinin ve çevrelerindeki diğer ailelerin nasıl parçalandığını, nasıl değiştiğini büyük bir duyarlılıkla izlemiş. Deliren insanlar tanımış. Ve o yıkımı, o işkenceleri, o zulmü doğrudan kendi yaşamışçasına anlatmış. “Öğretmen çocuğu olmak zordu”, diyor. Ne zengin ne fakir... Çok öfkeliymiş bu arada kalmışlığa, çok sürünmüş, çok acı çekmiş... Öfkesi; düzene, kapitalizme, faşizme, başımızdakilere, bir avuç insanın kusacak kadar kötü koşullarda yaşayıp bunun farkında olmamasına, insanlara... en çok da öfke duymayanlara! Ona göre bu ülke, vasatın ötesine geçenleri kendi çocuğu saymayan bir ülke. Onları hain sayan, hasta sayan bir ülke burası. “Vasat olacağıma, rezil olurum daha iyi.”, diyor.Bütün öğretmen çocuklarının, bütün çektiği acıların intikamını almaya, öfkesini dile getirmeye karar vermiş.

“TOL” Kürtçe, intikam demek. Bu nedenle seçilmiş kitap adı olarak. Ve şu cümleyle başlıyor:

"Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."


Öfkesi şiddete, şiddeti kelimelere dönüşmüş Murat’ın. Bu ülkede heryerde şiddet var ve bu anlatılmalı. Şiddete uğrayan anlatmalı şiddeti. Bu anlatım da temiz olamaz. Öfke, şiddet dili de vurmalı! Böylesine inançlı Murat Uyurkulak ve ona göre karamsar bir roman bu.Varoluşu değil, yokoluşu anlatan, politik bir roman...O aslında iyimser bir insan ama edebiyatçı kimliği kötüleri didikliyor, deşiyor...

Karışık bir kurgusu var romanın. Uyurkulak dört yılda yazmış kitabı. İki yıl da editasyonla geçmiş. Romanın T, O ve L diye üç bölümü var.
Yazar romanı bir tren yolculuğuna oturtmayı bilinçli olarak seçmiş: “Hani bir tren büyük bir sesle gelir ve geçer ya, okuyucunun hayatında böyle bir şey yaratsın istedim”

Murat Uyurkulak’a göre Türkiye’nin iki başkenti var.. Biri İstanbul, diğeri de Diyarbakır. “TOL” bu iki kent arasındaki yolculuğun romanı. Yolculukla beraber, devrimcilerin, delilerin, şairlerin, kırgın sarhoşların gözüyle insanların iç dünyaları ve Türkiye’nin son yirmi yıllık tarihi anlatılıyor.

Günlük, yaşayan dili seçmiş olmasının romanına sağladığı samimiyet başarısının en önemli etkenlerinden biri.

“TOL” birçok yabancı dile çevrildiği gibi, Mahir Günşiray tarafından da sahneye konulmuş. Bugünlerde de Almanya’da sahnelenmekte.

“TOL” okumak, Murat Uyurkulak’la tanışmak bizi o yıllara götürdü. Seksen çocuklarının duyarsızlığına, ilgisizliğine duyduğumuz kırıklığı biraz olsun dindirdi.

 

MAYIS 2006

Edebiyat Kulübünde Geçen Ay

Vildan Ertürk ( arch 79 )

Bu ayki buluşmalarımızda öykülere daha fazla zaman ayırdık. Bir de film seyrettik, biraz da tembellik ederek: Günter Grass’ın iki ciltlik “Teneke Trampet”ini okumaktansa, filmini izlemek daha kolaydı doğal olarak.
Bu ayki romanımız Beat akımının öncülerinden Jack Kerouac’ın “Zen Kaçıkları” adlı kitabıydı. Bu kuşağın hayranı olan, ayrıca hiç durmadan öyküler, şiirler yazan arkadaşımız Adnan Türkoğlu, kendi tarzıyla anlatıyor “Zen Kaçıkları” nı:

DHARMA’NIN ZIRT DEDİĞİ YER

Şimdi ben size Beat Kuşağı yazarlarından Jack Kerouac ve kendisinin Türkiye’de bulunabilen romanı “Zen Kaçıkları”ndan bahsedeceğim. Müsaadenizle bismillah:
"Beatnik isen vur saza, nihilist isen bas gaza"
45 yaşlarında, evli bir arkadaşım kendinden emin bir edayla demişti ki: “Son mermiyi hep eve saklarım...”
“Zen Kaçıkları”ndaki “dharma felsefesi” bağlamında “prana ve akaşa” nedir diye soracak olursanız,
“ilk mermiyi hep cebinde saklamaktır” derim.
Beat Kuşağı yazarları arasında alt sınıftan gelen iki yazar vardır: Adamımız Jack Kerouac ve onun “Yollarda (On the Road)” romanının baş kahramanı Neal Cassady. Kerouac bu avantajını iyi kullanmıştır romanlarında. Oturdu mu daktilonun başına, ortalama üç haftada yazmıştır tüm romanlarını. “Spantone düzyazı” tekniğini kullanmıştır. Bu tekniğin Joyce’un “bilinç akışı” tekniği ile farkı, pratiğin içinden hiç zorlanmadan çıkagelmesidir. Joyce’un bir yabyum ayinini anlattığını düşünemiyorum mesela. Ortak taraflarından biri de, çevirilerinin zorluğudur dersek yalan olmaz. Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresini” Murat Belge çok iyi çevirmiş. Gelgelelim Türkiye’de basılan Kerouac çevirilerinin çoğu başarısız. Zannımca Kerouac çevirileri “harbi keriz marşandiz” olmalıdır. Argoyu bilmeyen Kerouac’ı çevirmeye kalkmamalıdır.
“Zen Kaçıkları”nda Jack Kerouac’ın Gary Synder ile beraber dağa çıktığı ve Gary Synder’in zirve yaptığı bölümü okurken, Nevzat Erkmen’in (kötünün iyisi) çevirisiyle de olsa haikularla karşılaşıyoruz. Haikular bu kadar ruhsuz olmamalı değil mi? Buyrun bir de ben çevirdim İngilizcesinden naçizane:
“Derenin üzerinde tahta bir köprü vardı
Atım suları seçti karşıya geçmek için…”

Bizim geleneksel şiirimiz haiku kalıbına ve ruhuna pek de uygun değildir. O sebeple yapılacak muhtemel haiku çevirileri kadük kalmaya mahkumdur. Haiku aslında öyle pek de başka bir dile çevrilmesi tasvip edilebilecek bir şiir tarzı da değildir. Ateşte kazı çevirmek gibidir. Yukarıdaki örneği ben her zamanki gibi biraz fazla çevirdim de yanmadı gibi. Aslında haiku oturup yazılır. Mümkünse hareket halindeyken yazılır. Bizim yaratacağımız haiku da olsa olsa “haikuname” olur. Çünkü biz manzumeleri süslemeden duramayız…

“Zen Kaçıkları (Dharma Bums)” romanının belirli bir konusu yok. Aslına bakarsanız bu romanın ismi bile yanlış çevrilmiştir. Ne o öyle “Tatlı Kaçıklar” gibi. İngilizcede “bum”un bir manası, serseri demekse bir manası da “(d)öt” demektir. Benim bulduğum alternatif roman ismi için bu yazının başlığına bakınız. Romanda mevzular yine yollarda geçiyor. Yük katarlarıyla ve otostopla katedilen şehirlerarası yolculuklar, dağ zirveleri. ikibin metrenin üzerindeki gözlemevinde geçirilen bir kış. Komünal yaşam, şiir geceleri, yabyum ayinleri vs. Neden sonra Neal Cassady’nin güzel karısının intihar etmesi başta William Burrough ve Alan Ginsberg olmak üzere Beat Kuşağı yazarlarını çok etkiliyor. Gary Synder Japonya’nın yolunu tutarken, Jack Kerouac bir grup “beat” arkadaşıyla beraber Fas’ın Tanca şehrini geziyor ömrünün son demlerinde. Zaten kırkyedisinde mortu çekiyor. Bir bakıma Jack Kerauac ve arkadaşları da “Dharma’nın (gerçeğin)” peşinden yürümüşler ve sırrın tamamına erişmek için çaba göstermişler. Yolları da Tanca’dan geçmiş. Yani “Mecmau’l – Bahreyn”den...

“Beat Kuşağını niye seviyorum?” Ellili yıllara damgalarını vurdukları için. Varolan muhalefet yöntemlerine alternatif çok renkli yeni tavırlar geliştirdikleri için. 68 öğrenci hareketine feyz oldukları için. Budist felsefe ile içli dışlı oldukları için. Peki budizm nedir aga? Neal Cassady’nin Türkçede basılan bir kitabının ismidir: “Üçün Biri”. Hareketin Allahıdır. Ruhlara yansıyan zafer edasıdır. Her parıldayan su gördüğümüzde şaha kalkan ibibiğimizdir. Zira altı her zaman altı değildir. Altındır kimi zaman; gümüşü düşmeyen bir sırdır. Altıyüz atlıdır dörtnala koşan; güneşi ararken Babailerin izinde. Torlak Kemal'in yaptığı altı bin kilometredir tozlu Doğu yollarında. Altı milyar yıldızdır parıldayan geceler boyu gökyüzünde. Anın ve mekanın her ağışında değişen manadır. Yakaladığımızı sanırken avucumuzdan uçup giden kuştur altı kat ummanına alemin...

Budizme akraba bir yaşam felsefesi bizde zaten var: Şamanizm. İran’da Zerdüşt felsefesi. Irak’da Yezidilik. Beat Kuşağı yazarlarının izlemeye çalıştığı Budizm geleneksel filan değil: Epeyce şekilci. “Mecmau’l – Bahreyn (Tanger)”, bizim için iki denizin birleştiği yer; Mehdi’nin yaralara melhem olduğu şehir. Başta Burrough olmak üzere adamlarımız için ise “genç ve esmer oğlan menbaı”. Güneş bizde kutsal; adamlarımızda ise aynada yansıyıp gözlerini alan bıçağın üzerindeki parıltı. O sebepledir ki Kerouac’ın ömrünün son yılları annesinin evinde, aslına rücu etmiş halde geçer. Yahudi soykırımına pas geçer. Siyah hak ve özgürlük hareketine karşı demeçler verir. Genç denebilecek bir yaşta alkol komasından çıkamaz. Satorilerin o en muazzamına ulaşır. Bir sene sonra da Neal Cassady kendi ölümüne yürür saatlerce: Tren yolunun tersine doğru, soğuk ve yağmurlu bir sonbahar akşamı. Sabaha doğru cesedini bulurlar demiryolunun kenarında...

Netice-i kelam, açgözlü okuyucu kitlenin eline ulaşmayan bir tür edebiyat var. Bu edebiyatın yaratıcı öznesi, yani yazarı bu haso üretim işini kendine ait bir gereklilik için yapıyor. Düzenin sindirmeye, susturmaya çalıştığı yetkin benlik bilinci ile ifade ediyor içinde kalanı. Aslında her satır okuyucunun kafasının içinde patlamalıdır. Derin ve ağır bir vehametle; beynimizin etrafında dolaşan çevrintiyle, teatral bir dellenmeyle, yeni, ebedi ve ezeli olanla, çatırdatan bir mavrayla fakat daima şevkle ve karşı konulmaz bir istekle...

Bir tarafta uçuşup kaçışırken sallanan sendeleyen bir dünya, öbür tarafta yeni bir insaniyet durumu: sıkıntılı, bekleyen, haykırışını biriktiren. Bir tarafta sakata gelmiş bir dünya, öbür tarafta aşama yapmak için öylecene vakvaklayan geberik bir sanat, edebiyat...

Size söylüyorum size: Etrafta herhangi bir başlangıç noktası yok ve hiçbirşey ürpertmiyor hatta duygulandırmıyor artık bizi. Bizler deli esen rüzgarız semada, beyhude gönderilmiş duaların değdiği kirlenmiş bulutların çarşafını yırtan, bozulmanın ve ayrışmanın girdabında felaket ve yangınları körükleyen...

O kudreti kendinden menkul tiz haykırış, bir kıt’adan diğerine ulaşarak yeryüzünü dolaşacak, bu boğucu matem havasını dağıtacak. Kameriyelerin gölgesindeki derin haz ve kaybetmiş olmanın hicran yükleyici, kahredici ağırlığı; döken zehrini neredeyse morili karanlıklara...Yaz soyutlamalarını menü tahtasına, şiirlerinde reklam ve pazarlamaya yer aç. Bak aradığın şey orada, boğazı aşıp geliyor işte orada...

This page is powered by Blogger. Isn't yours?