Salı, Şubat 28, 2006

 

MART 2006

EDEBİYAT KULÜBÜNDE GEÇEN AY---MART2006

Vildan Ertürk ( Arch 79 )


Şubat ayı kulübümüz için oldukça renkli geçti. İki konuğumuz vardı:
Cemil Kavukçu ve Latife Tekin.

Cemil Kavukçu, son yılların en usta öykücülerinden. Eleştirmen Fethi Naci, Cemil Kavukçu için “Elini neye değdirse öykü oluyor, tam bir anlatı ustası” diyor. Gerçekten de Cemil Kavukçu'nun öykülerinde, sıradan insanlar, sıradan yaşamlar, küçük olaylardan oluşan zengin dünyalar var.

Cemil Kavukçu yazar olarak yola çıkmamış.Onun yazınla ilişkisi çizgi roman okumakla başlamış. Hala çizgi romanları severek okuduğunu söyleyen Cemil Kavukçu’nun favorisi: TEX. Cemil Kavukçu’nun çocukluk hayali büyüyünce kendine ait kitaplarla dolu bir evi olması, günlerini burada okuyarak geçirmekmiş. Okul yok, ödev yok, yalnızca okumak, tabii ki çizgi roman okumak... “Çizgi romanlarda fazla söz olmayışı, olayların kestirmeden çözülmesi, belki de öykücülüğümde etkili olmuştur.”, diyor Cemil Kavukçu .O da fazla sözü sevmiyor. Onu yazmaya özendirecek kadar etkileyen ilk yazar Sait Faik olmuş. Sait Faik’in ‘gerilimsiz, olaysız öykülerinden; bir duyguyu hiç tanımlamadan ama güçlü anlatımıyla o duyguyu ta derinlerde yaşatmasından’ çok etkilenmiş Cemil Kavukçu. O yaşlarda yazmaya heveslenmiş ama öyküye değil, romana...İlk roman denemesi, çok etkilendiği Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”nın ‘kötü bir kopyası’ olmuş. Her yazdığını okuyan daimi eleştirmeni olan bir arkadaşı varmış Kavukçu’nun. “Romanı bırak öykü yaz.”, demiş bu arkadaşı o yıllarda. Ondaki öykücü damarını görmüştür de mi böyle demiştir, kısa olur okuması kolay olur diye mi düşünmüştür, belli değil Cemil Kavukçu’ya göre. Bize göreyse, o arkadaş, Türk Öykücülüğüne büyük bir katkıda bulunmuştur.

“Ağrıyan bir yanınız yoksa yazamazsınız.”, diyor Cemil Kavukçu. “Bu, yazmak isteyen herkes için geçerlidir.” Onun da yaşadığı kasabayla hesabı varmış. Kasabadan çıkmasa oraları yazamazmış. “Orda kalsaydım yazdığım karakterlerden biri olurdum ve oraları, o insanları yazamazdım. Kasabadan çıktığım için yazabildim kasabayı!”

O yılları şöyle anlatıyor Kavukçu, “Benim kasabayla bir sorunum vardı. İlk gençliğimde orda kalmak beni korkuturdu. Hiç istemezdim. Babam gibi olmak, bir kasaba memuru olarak yaşamak istemiyordum. İyi bir öğrenciydim. Lise için İstanbul’a geldim. Dedem, anneannem ve dayımla beraber yaşamaya başladım. Bir talihsizlik, yaşamımda bir kırılma noktası oldu. Ciddi bir hastalık geçirdim. Bir yıl okula gidemedim. İnegöl’e geri döndüm. O sırada İnegöl’de de lise açıldı, böylece İstanbul macerası başlamadan bitti. Ama gene de, o kısa dönemlik İstanbul, bende çok değişiklik yapmıştı. İnegöl’deki liseye başladım. O çalışkan öğrencinin yerini ‘arka sıra’ öğrencisi almıştı. Onlardan biri olarak, dışarda da farklı bir hayat sürmeye başladım. Serserilik yapıyorduk. Liseyi altı yılda bitirebildim. İlk kırılma noktasının olumsuz etkilerinden sonra, ikinci bir kırılma yaşadım. Bu kez olumluydu. Üniversite sınavında, rastlantısal olarak İnegöl’ün en çalışkan öğrencisinin arka sırasında oturdum ve çektiğim kopya sayesinde İnegöl ikincisi oldum sınav sonucunda. Yüksek puanım vardı ama ne istediğimi bilmiyordum. Birgün parkta bira içerken, MTA minibüsü gelmişti. Mühendislere hayran oldum ve Jeofizik Mühendisliğine kaydoldum. Başarılı öğrenci geri gelmişti, dört yılda bitirdim üniversiteyi.”

Nasıl öykü yazdığını ise şöyle anlattı Cemil Kavukçu: “ Hayatın içinden sürekli notlar alırım. Kamerayla görüntü toplar gibi. Bu notlar biraraya gelir,öyküyü oluşturur, son cümleyi bulmaktır önemli olan. Birşey anlatılıyorsa, yazılmaz bana göre. Anlatılanlar anı olabilir. Öykü olması için, yaşanan olayın zorlaması lazım. Her yaşanan öykü değildir. Günlük hayattaki benle, öykü yazan ben çok farklıyız. Yazmak beni zorladığında, yalnız kalmalı, kapanmalıyım. O dönemlerimde sanki bir güç beni etkisi altına alıyor, sanki bir başkası yazdırıyor. Karakterleri olduğu gibi anlatırım. Taraf tutmamalı yazar. Benim karakterlerim kendilerine kötülükleri olan insanlardır, başkalarına zarar vermezler.Tekniğimin tanımı yapmak gerekirse, ben bir görüntüyü en az sözcükle anlatmanın yollarını ararım. Kelimelerle nasıl resim yaparım diye düşünürüm. Çok etkilendiğim bir filmde, bir görüntüyü, bir kareyi sözcüklere nasıl dökerim diye düşünürüm. İlk akışta geldiği gibi dökülür sözcükler, öyle yazarım. Sonraki düzeltmelerde, toparlama aşanmasında bu teknik devreye girer.”

Okuru da sanatın içinde gören Cemil Kavukçu, her öykünün her okuyucuyla çoğaldığına inanıyor: “Öyküleri kurgulamadan yazarım. Yaşamdaki gibi. Biten birşey yok, ucu açık, okuyucunun katılımını gerektiren bir tür.”

“Romansa farklı”, diyor: “ Bir çatı kurmak gerekiyor. Böyle olmalı diye düşünsem de bu çatıya pek de uyamadım. Öykücü yanım ağır basıyor. Nerde, nasıl, kiminle... Sonunu kurgulamamıştım. Öyküdeki savrukluk romanda da vardı. Kaş’ta kaldım onlarla birlikte. Bir sene kaldım orda düşüncelerimde...kimin ne yapacağına karar veremedim. Üzerinde dört yıldır çalıştığım bir roman "Gamba". Ama bir romanın kuluçka dönemi öyküden daha farklı oluyor bende. "Gamba"nın yazma koşulları içten içe oluştu. Büyük kent yaşamıyla kuşatılmışlık, insanların çıkış arayışı, soluk alınabilecek alanların daralması ve aslında işe yaramayacak bireysel çözümler aramaları gibi alt fikirlerden doğdu ‘Gamba’. Kendimi onu yazarken buldum.”

Kavukçu, "Gamba"da, büyük kentin karmaşasından sıkılan ve bisikletleriyle on günlük bir seyahate çıkan dört arkadaşın kaçış öyküleriyle, tüm insanlarda varolan kaçış özlemini ve aslında nasıl da kaçılamadığını anlatıyor.

“Gamba” da varoldukları durumdan kaçmak, unutmak için bir yolculuğa çıkarlar romanın kahramanları. Bir başka romanın kahramanları da bir “Unutma Bahçesi” ne kaçarlar.“Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü.”, diyor bu kahramanlardan biri Latife Tekin’in “Unutma bahçesi”nde.

1957'de Kayseri'nin Bünyan ilçesine bağlı Karacivek köyünde doğan Latife Tekin, dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a göçmüş. Etrafından hep baskı görmüş yazsın diye, ve yazarlık gelmiş bulmuş onu. 1983’te yayımlanan, köy yaşamı ve insanlarını şiirsel bir dille anlattığı ilk romanı "Sevgili Arsız Ölüm"le büyük ün kazanan Latife Tekin’in, diğer romanları da peşpeşe geldi. Eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Farsça ve Hollanda diline çevrildi. Değişikctarzı ve yaklaşımıyla kuşağındaki edebiyatçıların önde gelen isimlerinden biri oldu. Kendine özgü bir dünyayı eserlerinde bize çok değişik bir dille yansıtan Latife Tekin'in şimdi Bodrum, Gümüşlük'te yaşıyor. Herkesin yazabileceği, tartışabileceği, sanatçıların, büyük şehrin kargaşasından uzak, eserler üretebileceği bir mekan yaratmış; belki de bir “Unutma Bahçesi”.



Gümüşlük Akademisi Vakfı, 1995 yılında 30 üyenin katılımıyla kurulmuş. Latife Tekin burada, hayalinin gerçekleşmesi için çabalıyor son yıllarda: “Kurulu sisteme eklemlenmemiş, hayatın başka bir yerden de kurulabileceğine inanan, farklı kuşak ve uluslardan yazar ve şairleri buluşturmak.” Burada akşamüstleri, hatta ay ışığında, şiirler okunuyor, oyunlar oynanıyor, tartışmalar yapılıyor. Yüzyıllar öncesinin akademilerindeki ruh içinde.

2005 TGC Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü alan “Unutma Bahçesi”ni ve “Unutmalar”ı, “Unutamamaları”ı konuştuk Latife Tekin’le. Dünya’da neden varolduğumuzu bilmiyoruz ona göre. Hepimiz bir “Unutma Bahçesi”ne, Dünya’ya kapatılmışız. Bu haksız mahkumiyet için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine değil de, Evren’in mahkemesine başvurmak istiyor Latife Tekin. “Unutkan varlıklarız.” diyor, “Unutmasak bu kadar salak yaşar mıydık?”

Her kitabın onu bıraktığı bir yer var. Bir önceki bir unutma bahçesine bırakmış, o da unutma üzerine bir kitap yazmış. Bu bahçeye, her şeyini bilinçli bir şekilde unutmak isteyenler geliyor. Daha önceki hayatlarında yaptıkları işleri unutarak başlıyorlar işe. Tabii başarılı olamayanlar çoğunlukta oluyor. Onlar unutmayı değil de, unutulmayı göze alamayanlar aslında.

Latife Tekin şöyle anlatıyor bu kitabı yazma sürecini: “Yazdıklarımda bir macera yaşamak isterim hep, kendim için bir yolculuk olsun isterim. Çünkü bir uslüp belirleyip aynı uslübu derinleştirmek bana açıkçası sıkıcı geliyor. Bir kitaba başlamak uzun bir yolculuğa çıkmak gibidir, bir nokta gelir o yolculuk biter ve kitapla vedalaşırım, ama her kitabın beni bıraktığı bir yer var. Bir önceki kitabım “Ormanda Ölüm Yokmuş”, beni ormandan tekrar kente dönen karakterlerin hüznüyle bırakmıştı. Ondan sonra olsa olsa bir unutma kitabı yazabilirdim. “Sevgili Arsız Ölüm”, beni vahşi bir gecekondu vadisinin yamaçlarına bırakmıştı, “Berci Kristin Çöp Masalları”nı yazdım. Unutma Bahçesi, çok dingin, sükuneti olan bir metin. Bu bence metnin iyi özelliklerinden biri ve bu da benim Gümüşlük'te yaşamamdan kaynaklanıyor. Bir de şunu unutmamak gerek, Gümüşlük Akademisi de zaten daha önceden tasarlanmış bir mekan, düşlerin, ruhların buluştuğu bir yer, bir roman mekanı ve kesinlikle yazılmaya değer. Ben kendi unutma deneyimimden ve okuduklarımdan yola çıkarak yazdım “Unutma Bahçesi”ni. Unutma konusunda herkesin deneyimi farklı olabilir. Ama her türlü yakınlaşma arzusu bence unutmayı gerektirir. Diğerlerini dışarıda bırakarak bir ilişkiye gireriz. Bir anneyle çocuğu için de bu geçerli, iki sevgili, iki dost için de. Yani ikili ilişkilerde deliliğe varacak derecede bir unutma söz konusu olabilir. Beni asıl ilgilendiren, düşündüren de buydu. Metni de böyle kurdum. İnsanı anlatırken zaten onun unutan bir varlık olduğunu unutmamalıyız diye düşünüyorum.”

Latife Tekin çok şeyi unuttuğunu söylüyor. Geride bırakıyor ve öyle yol alıyor. Üstelik pek çok insan için de böyle olduğunu düşünüyor. Geçmişte unutmuyoruz, gelecekte de unutmayacağız, ama şimdiki zamanda unutuyoruz, ona göre. Yaşadığımız anı unutarak geçiriyoruz. Şöyle diyor: “Su içer gibi unutuyoruz biz ve unutarak kendimize bir hayat yaratıyoruz, yola öyle devam ediyoruz. Hatırladıklarımızla geride kalmış oluyoruz”.

Ve bizleri de kendi deneyimine davet ediyor Latife Tekin: “Kent hayatındaki yıpranma kaçma arzusuna sebep oluyor.Yeni bir hayat amacıyla kentten uzaklaşmanın da bir bedeli var tabii ve bunun başlangıcı da unutmakla oluyor. Şehir hayatından uzaklaşıp, doğayla iç içe olma deneyimini herkesin yaşamasını isterim. Ve insanoğlunun doğaya ait, onun bir parçası olarak hayatını sürdürmesini dilerim.”
Kentten mi kaçmak, çevremizden, işimizden, eşimizden mi? Yoksa kendimizden mi? Kaçmakla unutulur mu? Unutursa insan, kim olarak başlar yeniden? Unuttuklarımızla mı varız, yoksa hatırladıklarımızla mı?

This page is powered by Blogger. Isn't yours?