Perşembe, Mart 29, 2007

 

NİSAN 2007

1961 İstanbul’da doğan, Ankara'da büyüyen, halen Frankfurt'ta yaşayan, ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunu Şükran Yiğit’in ilk romanı Ankara Mon Amour’u okuduk. Kitabı arka kapak yazısı o kadar güzel anlatıyor ki, buraya almadan edemedim:

üst üste asılınca ertesi gün daha iyi ısıtan paltoların / cepli basma elbiselerin / dualarla ekilen simit ağaçlarının / üç tam bir paso’nun / troleybüs hızında giden bir hayatın / Zümrüt Pastanesi’nin ve Alemdar Sineması’nın / sabahtan öğlene bir yağmurla değişiveren dünyaların / ikindi sessizliklerinin / “bir hatırası olmanın” / “bir çay koyalımın” / mavi ODTÜ otobüslerinin /ciddiyetle Grundrisse okumaların / Nisan Tezleri’nde aranan şiirin / yirmi yaşında olmanın / tiril tiril yeşil elbiseler giyen bir hayalin / kaplumbağa soyunun / en zor geçen o ilk altı ayın / elinden kavuşanların sevinci, ayrılanların hüznü alınan Ankara Garı’nın / yani çocukluğun / arkadaşlığın / aşkın öyküsü...

Bunları, tüm sıcaklığı, sadeliği ve samimiyetiyle anlatmış Şükran, kitabında. Hepimizi çocukluğumuza, gençlik günlerimize, Ankara’ya, ODTÜ’ye götüren kitabını Şükran’la internet ortamında konuştuk ve edebiyat kulubü olarak bir ilki de gerçekleştirmiş olduk.

Şükran Yiğit’le Ankara sokaklarında dolaştık, gençlik kokularımızı çektik içimize. Sonra da Paris kokularının peşine düşen bir adam vardı sırada. Patrick Süskind’in Koku adlı romanının kahramanı: Jean Babtiste Grenouille.

Roman, senaryo ve radyo oyunu yazarak, babası gibi yazarlıkla hayatını kazanan
1949 doğumlu Patrick Süskind’in Almanya'da ilk yayımlanışında tam anlamıyla olay yaratan, aylarca liste başlarında kalan romanı Koku, alışılagelmiş çok satanların oldukça dışında kalan, toplum psikolijisini irdeleyen bir kitap. 1985 yılında basılan, 33 dile çevrilen ve dokuz yıl boyunca en çok satanlar listesinde yer alan "Das Parfum" tüm dünyada tam sekiz milyon adet satmış. Alman yönetmen Tom Tykwer tarafından gerçekleştirilen sinema uyarlaması da bugünlerde Türkiye’de gösterimde.

İnsan içine çıkmaktan hoşlanmayan, kendisine verilen edebiyat ödüllerini reddeden Patrick Süskind için, elde ettiği bu başarı oldukça rahatsız edici olmalı.

Kahramanımız Jean Babtiste Grenouille 18'inci yüzyıl Fransa'sında, açlık, sefalet ve pisliğin kol gezdiği, sınıfsal farkın keskin hatlarla belirlendiği, uygarlıktan eser olmayan, sosyal karmaşanın alıp başını gittiği Paris’in en pis kokan yerinde, balıkçı halinde doğar. Diğer çocukları gibi öleceğini düşündüğü bu bebeği tezgah altına atıverir annesi. Ama Jean Babtiste direnir. Annesi asılır bu nedenle. Yetimhanelerde büyür, sütlerinin hepsini çekerek süt anneleri canından bezdirir. Kimsenin istemediği, sevmediği, dışlanan bir çocuktur.
Bu baştan reddetmelerin, dışlamaların, yoksaymaların nedeni çocuğun kokusuzluğudur. Her türlü kokuyu duyar Jean Babtiste, ama kendi kokusu yoktur. Bütün kokuları duyar ama iyi-kötü ayırmaz. Yaşıtları okuma yazma öğrenirken, sayı sayarken, o koku sayar. On bin kokuyu ayırdedebilen, istediği koku karışımını yapabilen, bir kokusu olsun diye yıllarca bir mağaraya kapanan, en güzel kokuyu elde etmek için yirmibeş genç kızı öldüren, tam bir hilkat garibidir, soyadı Fransızca’da kurbağa demek olan Jean Babtiste.

Jean Babtiste’in öyküsü aslında bir varoluş öyküsüdür. Bir insanın, sefil varlığının altındaki şeyi, ne olursa olsun, elde etme çabasını, kendini gerçekleştirme, kanıtlama ve yaşamda var olma savaşını anlatan bir öykü.
Doğduğu andan itibaren sürekli itilen ve geri planda olan Baptiste’nin tek niteliği olduğunu düşündüğü, koku alma duyusunu ön plana çıkararak, insanda var olan kokunun kalıcılığını sağlamak için başladığı öldürmelerinin temelinde saygı duyulmak ve takdir edilmek var belki de. Kendi kokusunun olmadığını anladığında, hüsrana uğrayan Baptiste için koku almak ve kalıcılığını sağlamak, varolma nedeni. Ama asıl istediği kokunun uçup gitmesine engel olmak.

Romanda, doğduğu andan idam edileceği ana kadar Jean Baptiste Grenouille’nin varlığını nasıl bir tutkuya dönüştürdüğü; bastırılmış duyguların, sosyal karmaşanın, açlığın, sefaletin, dayatılmış dinsel değerlerin hüküm sürdüğü ortamda, zavallı hilkat garibinin nasıl İsa gibi ilahlaştırıldığı anlatılmakta.

İdam günü mendilini çıkarıp, bütün suçlarının haklı bir amaca hizmet ettiğinin kanıtı olan kokusunu etrafa yayarak öldürülmekten kurtulur Baptiste. Biraz önce onu linç etmeye hazırlanan insanlar tarafından tanrı, kendilerini de birer seks ilahı gibi görürler. Bu idamdan kurtulan Babtiste kendi ölümünü kendi iksiriyle hazırlar. Ulaştığı noktada hayatın anlamsızlığı üzerine ‘kendince’ düşünerek var olmanın yok olmakla eş değer olduğunu anlar ve o şekilde gider ölüme.

Kokular bulaştı üzerimize! Ankara’nın, Paris’in kokuları... İnsanlığın, insafsızlığın, tutkunun, ölümün kokuları... Kokularından tanıdığımız çiçekleri, şehirleri, insanları, duyguları düşledik!

Cuma, Mart 09, 2007

 

MART 2007

HERKESİN BİR TRISTRAM SHANDY’Sİ OLMALI, YOKSA DA TRISTRAM SHANDY’Yİ OKUMALI!

“Hepimiz böyle bir amcamız olsun isteriz. Tristram Shandy gibi hiç durmadan anlatan, anlattığına kendini kaptırıp giden, şakaları, kelime oyunları, gevezelikleri, saçmalıkları, çocuksuluğu, takıntılarıyla bizi hep gülümseten, akıllı, zeki, görmüş geçirmiş ama bir yanıyla da hep muzip bir çocuk kalmış bir amca...” diyor, Orhan Pamuk kitabın önsözünde.

1759-1767 yılları arasında bölüm bölüm yayımlanan “Tristram Shandy”, konusuzluğu konu alan bir roman. O dönemin edebiyat anlayışına uygun olmasa da, okuyucular tarafından büyük ilgi görmüş, sevilen bir başyapıt.

Sterne, 1713’te doğduğu İrlanda’dan 10 yaşındayken ayrılmış ve bir daha hiç dönmemiş. 1737’de İngiltere kilisesine kabul edilmiş, önce vaiz yardımcısı, sonra papaz, sonra piskopos vekili olmuş.1759 yılına kadar, verdiği vaazların kitaplaştırılması ve “A Political Romans”ın basımı ile tanınmağa başlamış ama asıl ününü “Tristram Shandy” ile elde etmiş. 1768’de ölmüş.

“Tristram Shandy” hakkında şöyle diyor Sterne: “Konu dışına çıkışlar, hiç tartışmasız, okumayı güneş gibi aydınlatır, onun canıdır, ruhudur. Onu bir kitaptan çıkarın, kitabı da kaldırıp atın; her bir sayfaya sonsuz soğuk bir kış çökecektir... Bu zor bir iş. Bu yüzden de, gördüğünüz gibi, başından beri, esas yapıtımı ve heyecanlı maceraları öyle ara bölümlerle işledim, konu dışı ve ilerleyici devinimleri öylesine karmaşık ve çetrefil bir dokuyla dokudum ki, çember içinde çember, mekanizmanın tümü, işliyor da işliyor. Ve dahası, kırk yıl daha işleyip gidecek -yeter ki, sağlık çeşmesi bana bu denli uzun bir yaşam ve neşe bağışlasın.”

Çember içinde çember, çetrefil bir dokuyla dokumuş romanını Sterne. Karen Blixen de öykü içinde öyküler sunuyor okurlarına.

EN AZ BİR ÖYKÜSÜ OLMALI İNSANIN!
Karen Blixen’in öykülerinin güzelliği onların katmanlar halinde yazılmış olmasından kaynaklanmakta. Okurlar, entrikaları, ilginç ve şaşırtıcı unsurları nedeniyle seviyorlar onun hikayelerini. Ama her okur, her zaman herşeyi anlayamaz. Blixen bunun farkında ve her hikayede – mutlaka- gizlenen şeyleri, okuyanın kendisinin bulmasını istiyor.
Yazarın tüm metinleri çok katmanlı; edebi ya da dini metinlere, efsanelere göndermelerle dolu. Hikayelerinde gerçeküstü temalara, olaylara sıkça başvuruyor, kahramanlarını masallar dünyasında gezdiriyor.
Blixen 1885’de Danimarka’da doğmuş. Yazar ve kız kardeşleri evde bir mürebbiye tarafından eğitilmişler. Bu eğitim sistematik olmamakla birlikte oldukça yüksek düzeyli bir kültür ve dil öğretimi içeriyormuş. Resim ve yazı konusunda çok yetenekli olan Karen Blixen kendi yaşamını da bir öykü haline getirmek istemiş. Yüzyıllar boyu öyküler, masallar anlatan bir ses, Şehrazat olmak istemiş.
1962’de ölmüş Karen Blixen ve 77 yıllık yaşamını kendi sözleriyle şöyle özetlemiş: “Düş kurmak akıllı uslu insanların intihar etme biçimidir.”
“Ölümsüz Öykü”de öncelikle öykünün ne olduğuna ilişkin bir tartışma var: Öykülerin, ancak gerçekleşmiş olan şeylerin anlatımı olabileceğine karşı, öykünün asla gerçek olmaması nedeniyle var olduğu... Ülkenin en zengini, arkasında bir yaşam öyküsü bırakamama korkusuyla bir öykü edinmeye çalışıyor, ama “bir öyküsü olmak” la, bir öyküyü satın almayı karıştırıyor.

Bir öykü yaratmanın öyküsü “Ölümsüz Öykü”. Eğlenceli, sürükleyici, okudukça hız kazanan, çoğalan üç uzun öykünün öyküsü...Öykülerle öykülere yolculuk...

“YOLCULUK ETMEK, ÇOK İŞE YARAR, DÜŞ GÜCÜNÜ ÇALIŞTIRIR. GERİSİ YALNIZCA DÜŞ KIRIKLIĞI VE YORGUNLUKTAN İBARETTİR.”

“Gecenin Sonuna Yolculuk”, edebiyat tarihinde bir dönüm noktası oluşturan, romanda konuşma dilini ve argoyu kullanarak devrim yaratmış bir başyapıt. Yiğit Bener’in mükemmel çevirisiyle de ayrı bir değer kazanmış.

Yiğit Bener konuğumuz oldu, onunla bu “yolculuğu” konuştuk. Hem “Gecenin Sonuna” hem de “Çevirinin Sonuna” yolculuğu...

Louis Ferdinand Céline, okurunu Birinci Dünya Savaşı'ndan, Afrika'daki Fransız sömürgelerine, oradan Amerika'ya, derken Paris'in varoşlarına ve gecenin sonuna kadar uzanan ürpertici bir yolculuğa çıkarıyor. Esprili, eleştirici, yaratıcı, düşündürücü bir yolculuğa...

1894'te Louis Ferdinand Destouches adıyla doğan Céline, Paris’te büyür, öğrenimine Aşağı Saksonya’da başlar, sonra bir İngiliz okulunda yatılı olarak okur, çeşitli işlerde çalışır. 1912’de askere alınır. Savaş ona hafif sakatlanmış bir kol, dinmeyen başağrıları, kafasının içinde hiç susmayan bir çınlama, bir madalya ve maluliyet maaşı bırakır. Okumaya devam eder ve doktor olur. Birçok eser verir ama Céline’in aşırı sağcı, ırkçı yaklaşımı eserleri üzerine gölge düşürür. Oysa, “ Gecenin Sonuna Yolculuk” siyasi duruşuyla, hümanist, savaş karşıtı yaklaşımıyla, dilde yarattığı devrimle bütün dünyada çok beğenilmiş, Henry Miller, Kurt Vonnegut ve William Burrougs gibi yazarları derinden etkilemiştir. Bu nedenle Beat kuşağının atası olarak anılmaktadır.

Céline son romanını bitirdikten kısa süre sonra, 1961’de ölür.


Üç farklı yazarla, üç farklı dünyaya yolculuk...Masalcı misali...Gökten üç elma düştü, biri sana biri bana, biri de anlayana....

This page is powered by Blogger. Isn't yours?