Pazartesi, Kasım 01, 2004

 

EKİM 2004

EDEBİYAT KULÜBÜNDE GEÇEN AY

Edebiyat kulübü olarak, son okuduğumuz iki kitabın yazarlarını konuk etme olanağını bulduk geçtiğimiz ay. Bu konuklardan ilki, “Geç Kalan Öyküler”ini okuduğumuz, Gülseren Engin’di. Gülseren Engin çok küçük yaşlarda yazmaya başlamış ve ara vermeden bugüne kadar sürdürmüş yazmayı. İçine kapanık çocukluk döneminde, yalnızlığını hayali arkadaşlar ve onların öyküleriyle gidermiş, Kemalettin Tuğcu etkisinde acıklı romanlar yazmış. Sosyalleşme sorunu ortadan kalkınca, roman bitmiş, şiirler başlamış. İlk öyküsü 1964 te yayımlanmış. Doktorluk gibi zor bir meslekle yazarlığı birlikte yürütmek doğal olarak çok özveri gerektirmiş. Gülseren Engin’e göre; iyi bir öykücü disiplinli ve sözcük cimrisi olmalı. Öykü, şiire yakın bir titizlikle işlenmeli ve ara satırlar okurlarca doldurulmalı. Onun öykülerinde herkesin kolayca okuması ve anlaması amacıyla kullanılan sade bir dil hakim. Betimlemelerden özellikle kaçınmış ki, okuyucu karakterleri kendi isimlendirsin, kendi giydirsin, onlarla özdeşleşebilsin. On yıl boyunca yalnızca öykü okumuş Gülseren Engin, öyküye yoğunlaşmak için. Öykülerini yayımcılık dünyasında kabul ettirmek için verdiği çabaları anlatırken, Türk yazarlarının çoğunun dertli olduğu bir soruna da parmak basan Engin, yıllarca bıkmadan yarışmalara yollamış öykülerini, sonunda ödüller de almış, ama yine yetmemiş, yayımlatamamış öykü kitaplarını. Ondan roman yazmasını istemişler, daha iyi satar diye. O da yazmış. Tarihi anlatmak ve böylece gençlere ulaşmak için bir araç olarak gördüğü romanları çok satınca, öyküleri de okuyucu karşısına çıkmaya hak kazanmış. Ve işte bu nedenlerle, “geç kalmış” Gülseren Engin’in öyküleri!


İkinci konuğumuz, “Kuş Diline Öykünen” adlı ilk romanını okuduğumuz, Ayşegül Devecioğlu’ydu. Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ün güçlü bir arka plan teşkil ettiği romanda hüzünlü ve trajik bir aşk hikayesi anlatılmakta. Bu romanla Ayşegül Devecioğlu, o yıllarla hesaplaşmakta, kendiyle yüzleşmekte. Unutulanlara, özellikle de kaybolan zamana, yaşanamamış aşklara adanmış yazdıkları. Tarafları ve tanıkları hâlâ yaşayan 12 Eylül gibi özel bir siyasal, toplumsal tarihi, içerden bir bakışla, tarafını, tanıklığını hiç gizlemeden romana aktarırken siyasi dönemlere ilişkin edebiyat yapmanın hatalarına düşmemiş. Edebiyatı asıl amaç edinip, iki dönemzede gencin aşk öyküsünün içine yedirmiş siyasi söylemini.En büyük zorluğu da, karanlık bırakılan, herşeyin unutulduğu, daha doğrusu unutturulduğu, değerlerin, insanların , anıların kaybolduğu, gönderme yapacak imgelerin bulunamadığı bir zamanı yeniden yaratmakta çekmiş.
Bir ODTÜ’lü siyasi kimliğiyle Ayşegül ve dinleyenleri olarak bizler, doğal olarak, 80 öncesi dönemi, o kayıp zamanı tartışmaktan kendimizi alamadık. Ayşegül’ün tanımlamasıyla, bu dönem sanki hiç yaşanmamış. Sanki kurgubilim gibi topluma yansıtılmakta. En kötüsü de bu dönemi yaşayanların da böyle davranması. Ayşegül, kendini, bu dönemin gençliğini kaybolmuş kuşak olarak görmüyor, tam tersine kendini gerçekleştirmeyi başarmış bir kuşak olarak , şanslı görüyor. Onu şaşırtan devletin çizdiği olumsuz solcu karakterine solcuların da inanması. 12 Eylül sonrası sindirilmişliğin ifadeye ket vurması, sanatın, edebiyatın da yolunu tıkadı, ona göre. Bu döneme ait çok şey yazılmış olsaydı kendini daha özgür hissedebilir, daha keskin olabilirdi yazdıklarında. Haksızlık yapmamak adına otosansür sokmayabilirdi romanına. Herşeye rağmen şanslı sayıyor kendini ve dönemini Ayşegül. O dönemin gençleri olarak, dünyayı değiştirme inancını taşıyorduk, bu da ona göre: “dünyanın genç dönemi”. Oysa bugünkü dünya, “ihtiyar”, çünkü gençlerin değiştirme inancı yok! “O dönemin gençleri rüzgarın üstünde koşuyorlardı, rüzgar durdu, düştüler”...

This page is powered by Blogger. Isn't yours?