Perşembe, Aralık 18, 2008

 

KASIM 2008

AĞLAYAN DAĞ SUSAN NEHİR

Son romanı “Ağlayan Dağ Susan Nehir” ile bu yılki Orhan Kemal Roman ödülünü kazanan arkadaşımız Ayşegül Devecioğlu’nu derneğimize konuk ettik.
“Orhan Kemal, her zaman çok dikkat ettiğim bir yazar oldu. Bizler, Orhan Kemal kitaplarını okuduktan sonra aynı insanlar olarak kalamadık, devrimci olduk. Çünkü, o kitaplar bize dünyanın bu haliyle yaşanası olmadığını gösterdi. Sanatın devrimciliği de burada zaten.” ödülünü aldıktan sonra bunları söyleyen Ayşegül Devecioğlu, 12 Eylül öncesi dönemi bütün ağırlığı ile yaşadı, işkenceye, sürgüne maruz kaldı, 24 yaşında anne oldu, 26 yaşındaki eşini işkence sonucu kaybetti ve hayatını bir Çingene mahallesine saklanarak kurtarabildi.
Devecioğlu’na göre yazarlar, insanların acılarını aktarırken kendilerini ya o dünyanın içine ya da karşısına koyar. O ise kendini o dünyanın içine koyarak bakıyor ve bunu anlatmaya çalışıyor. Çingenelerin binlerce yıllık bir doğa ve hayat algısı, bundan türeyen bir yaşam tarzı var. Kentli olarak yetişmiş birinin bu dünyaya tam da vakıf olamayacağı düşüncesinden hareket eden Ayşegül Devecioğlu romanını bu “anlayamama” hali üzerine kuruyor.

Ağlayan Dağ Susan Nehir, bir çingenenin öyküsü; ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir çingenenin...

Ayşegül Devecioğlu Naciye Abla karakterine şekil veren Atiye Abla’sını şöyle anlatıyor: “Evimizin emektarıydı. Gizlemeye çalıştığı çingeneliği, cumhuriyetin ideallerini taşıyan bir ailede büyüyen bizlere, görünmeyenin dünyasını açtı. Dünyanın elle tutabildiğimiz, gözle görebildiğimiz şeylerden ibaret olmadığını, bunların hakikati ortaya koyamayacağını öğretti bize. Atiye Ablamız eve, çocuklara bakmak için gelip kısa sürede herkesin farkına varıp anlam veremediği maharetleriyle, tüm aile bireylerinin kalbini kazanmış bir kadındı. Benim çocuğum olduğunda da yanımda yaşadı uzunca bir süre. Dönemin illegalite koşullarında niye hiç zorluk çekmediği, gizlenene ve söylenmeyene bu denli alışık olması, yasa-dışı addedileni yadırgamayışı, burnumuzun dibinde bitip de gözümüzden kaçmayı başaran dünyalar hakkında yeterince ipucu veriyordu. Naciye Abla karakterine hayat veren Atiye Abla’mız Edirne'deki Çingene mahallelerinden birinde yaşıyordu. Oğlum Ali Fuat'ı da yanımıza alıp birlikte Edirne'ye gittik. Elektriği, suyu olmayan, Atiye Abla'nın deyişiyle bir "yer eviydi". Ama insanların birbiriyle korkudan selamı sabahı kestiği o günlerde bana açılan sıcak bir kapıydı. Bahçede küçük erik ağacı vardı. Dalları göçebe, yapraklarını dökmüş cılız mı cılız bir çakal eriği... Kıştı. Sürekli yer değiştiren, evin arsasında oradan oraya gezen odalardan birinde odun sobası yanıyordu; gece duvarlarda gölgeler oynaşıyordu. Ben gaz lambasının ışığında durmadan kitap okuyordum. Özellikle de Kemal Tahir... Bir leğende yıkanıyorduk, suyunu kovalarla bahçeye döküyorduk. Atiye Abla birbirinden tuhaf ve lezzetli çorbalar pişiriyordu. Ben evin kızı olarak sabahları çeşmeye gidiyordum. Mahallede çok yadırgandığımızı biliyordum. Atiye Abla, eve gaz ya da başka bir şey istemeye gelenleri yalan söyleyip geri yolladıkça öfkelenirdim. En çok da eve çocuklar geldiğinde ikram ettiğimiz şeylerin en güzel parçalarını Ali Fuat'a, küçük parçaları ya da üstüne az şokella sürülmüş ekmekleri diğer çocuklara vermesine kızardım. Bazen de onlara hiçbir şey vermezdi. Bu kızgınlığımdan dolayı oradaki yaşamı algılamaktan hayli uzak kalmışım.”

Bir nehrin yatağına akması gibi doğallıkla devrimci mücadeleye katıldıklarını söyleyen Ayşegül Devecioğlu, gözleriyle neler gördüklerini bildiğinden, kendi kuşağına hala biraz ümit bağlıyor ve herşeye rağmen kendisini şanslı buluyor: “Bizim kuşağımız birbirini arkadaş olarak, sevgili olarak, sevmenin başka ve bana göre daha yüksek bir anlamıyla sevdi. Böyle anlamlarla yüklü bir zamanı yaşayabilmek çok güzeldi. Bu yüzden çok şanslıyız.”

Sağol, Ayşegül Devecioğlu!

VİLDAN ERTÜRK (ARCH 79)

This page is powered by Blogger. Isn't yours?