Pazartesi, Nisan 06, 2009

 

MART 2009

Türk öykücülüğünde yenilikçi biçimsel arayışlar dendiğinde akla ilk gelebilecek üç-beş isimden biri: Leyla Erbil
“Benim çalışmalarım, kendimde başka insanları; onların duygularını, geçmişin, şimdinin ve geleceğin acılarını, sırlarını aramakla geçen bir yolculuk. İnsanı ararken kendini aramak. İnsani katmanları deşe deşe ilerleyen, insanı ele veren yeni bir yöntem bulunca bir nebze sakinleşen, dopdolu bir yolculuk.” (Füsun Akatlı’yla Röportaj, 05/07/2007) Yazarlığını bu sözlerle tanımlayan, Türk edebiyatının geleneksel öykü yapısını tümüyle reddeden ayrıksı yazarı Leyla Erbil’i okuduk ve tartıştık.
1931 yılında İstanbul’da doğan Leyla Erbil halen İstanbul'da yaşıyor.Yazarlığa hikâyeyle başlayan yazar yerleşmiş yazın akımlarına bağlı kalmamış; roman, hikâye ve düz yazı metinlerinde psikanilizin özgürleştirici yöntemlerini kullanarak, dinin, ailenin, okulun, toplumun ürettiği tabulara karşı 1956'da başlayan mücadelesini zengin kelime hazinesi ve söz dizimi kurallarını değiştirme çabasıyla sürdürmüş, yeni bir biçim ve biçem geliştirmiştir. Başlıca düşünce kaynakları Marx ve Freud olarak belirtilen Leyla Erbil, Türkiye Sanatçılar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası kurucularından olup, PEN Yazarlar Derneği üyesidir. 1961'lerde Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Erbil, Türkiye İşçi Partisi'in Sanat ve Kültür Bürosu'nda görev almıştır. 1979'da çağrılı olarak gittiği ABD'de kendisine, Iowa Üniversitesi Onur üyeliği verilmiştir. Edebiyat Ödüllerine katılmayan Erbil, Ankara Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülünü kabul etmiştir. 2002 yılında, PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın yazar adayı olarak gösterilirken, "Türk dili ve edebiyata egemenliği, aynı, zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı" vurgulanmıştır.
“Erbil öykülerinin rengi siyahtır. Tüm öykülerde incinmiş, kırılmış, kıstırılmış hayatların peşine düşer. Ona göre anlatılmaya değer olan sadece ve sadece bozgunlardır. Okur daha ilk cümlelerde bir bozgunun orta yerinde bulur kendini. Bu öykülerde umuda, iyimserliklere, aydınlıklara yer yoktur. Apaçık sorgulama ve yüzleşmenin öyküsünü yazar.
Öykülerde aile kurumuna, toplumun sahte namus anlayışına, kadının algılanma biçimine, erkeksi düzene, kendilerini aşağılatan kadınlara ağır eleştiriler getirir. O her tarafın ‘erkekler’ tarafından kuşatıldığını düşünür. Dilin, devletin, toplumsal yaşamın, dinin, her şeyin erkeksi olduğuna inanır. Bu yüzden kadının yeniden kendini var etmesi gerektiğini ileri sürer. Bunun yolu da başkaldırmaktan geçer. Muhalifliğini ağırlıklı olarak ‘cinsiyet’ anlayışına yaslar.
Erbil’e göre, kadın sorununu çözememiş toplumlar neye bağlı olurlarsa olsunlar, nasıl yönetilirse yönetilsinler bir yerde tıkanırlar. Bu bağlamda ülkemizdeki tüm sorunların kaynağında kadına olumsuz bakış yatmaktadır.” (Necip Tosun)
Mısır’ın piramitleri kadar ünlü yazarı: Necip Mahfuz
Türk edebiyatının muhalif yazarından sonra batılılarca hakkında Arap edebiyatının Balzac’ı, Sheakespere’i ya da Dickens’ı gibi benzetmeler yapılan Necip Mahfuz vardı okuma listemizde. 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazar, Kahire'nin Cemaliye bölgesinde 6 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak 1911’de dünyaya gelmiş, 34 roman, 350 küsur kısa hikâye yayımladıktan sonra 30 Ağustos 2006’da ölmüş, devlet töreniyle toprağa verilmiştir. Kitaplarının çoğunda, hayatının tamamını geçirdiği ve Nobel ödülünü almak için bile ayrılmadığı Kahire'nin tarihi mahallelerindeki yaşamı; modern ve geleneksel yaşam arasında denge kurmaya çalışan sıradan insanları anlatmış; pek çok kitabı Arap fimlerine konu olmuştur. Mahfuz'un ilk romanı “Abes el-Akdar” 1939'da yayımlanmış, 1957'de yazdığı “Kahire Üçlemesi” ile Arap edebiyatının tanınmış bir ismi olmuştur. Değişik kurumlarda çalışan Mahfuz, en son Kültür Bakanlığında müsteşar olarak görev yapmış, 1971'de bu görevden emekli olduktan sonra, el-Ahram gazetesinde yazar olarak çalışmıştır. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'a İsrail ile yaptığı barış antlaşmasında verdiği açık destekten ötürü birçok Arap ülkesinde kitapları yasaklanmış, Nobel’i aldıktan sonra bu yasaklar kalkmıştır.
Mahfuz'un 1959 yılında Mısır gazetelerinde tefrika edildikten sonra kitap halinde yayımlanan, ona büyük şöhret kazandıran "Cebelavi Sokağının Çocukları" isimli romanını okuduk. Bu kitap yüzünden 1989 yılında Mısırlı köktendinci şeyh Ömer Abdülrahman tarafından hakkında ölüm fetvası çıkartılan Mahfuz, 1994 yılında Kahire'deki evinin önünde bıçaklı saldırıya uğramıştır. Saldırıdan yaralı kurtulan Mahfuz, sağ kolundaki sinirler zedelendiği için yazmakta büyük güçlük çekmeye başladıysa da ilerleyen yaşına rağmen edebiyattan kopmamış ve kısa hikayeler yazmaya devam etmiştir.
Hayatı yazmak olan, yazmayı hayatı onarmak olarak gören, siyasete edebi ve felsefi bir boyut kazandıran, insanlık değerlerini, özellikle hoşgörüyü işleyen Mahfuz, bağnazlıktan, hele İslami fanatizmden hiç hazzetmemiştir. Romanlarında Kahire'nin kenar mahallelerindeki hayatı konu edinen Mahfuz, başkentin dört bir yanına yayılmış salaş kahvelerde Kahire'nin o telaşlı hayatını betimlerken, aynı zamanda Mısırlı Arap kimliğinin oluşmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?