Pazar, Mayıs 01, 2005

 

EUROPA

EUROPA

Milano Üniversitesi’nden bir gurup öğretim üyesi, İtalyan vatandaşlarıyla aynı sosyal haklara sahip olmadıkları gerekçesiyle aralarında imza toplarlar ve bu şikayetlerini Avrupa parlemontasına iletmek üzere otobüsle Strasburg’a doğru yola çıkarlar.

Romanın anlatıcısı Jerry Marlow, bu yolculuğun amacını,işini, işinden olmayı, pek de önemsemediği halde, imzayı atar, otobüs yolculuğuna katılır. Çünkü, imzalar arasında O’nun adını, yaşamının en büyük macerası, en tutkulu aşkı, karısını-kızını uğruna terk ettiği, terk eder etmez de aldatıldığını öğrendiği, o kadının, o Fransız kadının adını görmüştür..

Tim Parks da, kahramanı Jerry gibi, üniversitede çeviri dersleri veren, yaklaşık 25 yıldır İtalya’da, Verona’da yaşayan, İtalyan bir kadınla evli, üç çocuklu bir İngiliz. 1954’te Manchester’da doğmuş, Cambridge ve Harward’da öğrenim görmüş, romanları dışında makaleleri, öyküleri, çevirileri var. Calvino da dahil olmak üzere birçok ünlü İtalyan yazarının eserlerini İngilizceye çevirmiş.

Çağdaş İngiliz yazının en iyi yazarları arasında sayılan Europa’yla Booker ödülüne de aday olan Tim Parks, Türk okurunca fazla tanınmıyor. Türkçeye çevrilen ilk kitabı “KADER” de, şizofrenik bir karakter ve intiharı işlemiş. Europa’yla, Kader, ikiz kitaplar. Zaten Tim Parks, kitaplarını böyle çift çift yazıyor, tema ya da kurgu, ya da her ikisi açısından ikiz romanlar...

Jerry her zaman nefret etmiştir bu modern tur otobüslerinden. Yine onlardan biriyle,arka sıralarda, ortanın sağında, 45 numaralı koltukta başlar, protesto gurubunun ve destekçileri olan kız öğrencilerin yolculuğu. Bu 45 sayısı, roman boyunca sık sık çıkacaktır karşımıza.İnsanın asla yalnız kalamayacağı yerlerden biridir tur otobüsü. Gurup kavramının dayatıldığı, aynı ruh hali içinde şarkıların söylendiği, hızlı yakınlıkların kurulduğu, gizlerin kolayca döküldüğü, paket programlarda, paket ilişkilerin öngörüldüğü yerdir tur otobüsü.

Karakterlerin çokulusluluğu, dramatik öyküleri, içlerinden birinin deyimiyle, cinsellik takıntıları, Jerry tarafından anlatılırken, irdelenmekte, göndermeler yapılmakta, düşünce ve duygu gelgitleriyle kendi içinde derinleşirken okuyucuyu da içeri çekmekte, kendini sorgulamaya, kendi beyin fırtınalarında savrulmaya sürüklemekte ve hatta bu anlatım biçimiyle okuyucusunu öyle bir etkilemekte ki kısa ve net cümleleri seven bu anlatıcı bile, böyle bir paragraflık, karışık cümleler yazarken bulmakta kendini.

Şöyle diyor Jerry; Sevişmelerimizle, bakışmalarımızla, orgazmlarımızla aklımızı oynattık, diye düşünüyorum. Kendimizi delirtiyoruz. Bu otobüs gezisi, başka isim yakıştırılamazdı, bu Düzüş Arabası, bütün batı dünyasında yaygın bir olguyu simgeliyor, diyorum kendi kendime.

Bu yolculukla toplanan bu her cinsten, milletten insan topluluğu, geçmişleriyle, yola çıkış nedenleriyle, varmak istedikleri yerle, amaçlarıyla, biraraya geliş biçimleriyle, Avrupa entegrasyonu sürecindeki ulusları hatırlatıyorlar fazlasıyla. Jerry’nin tanımladığı gibi, birbirlerini becermenin peşindeler. Aynı şeye inanılıyormuş, kutsal bir amaç varmış gibi yola çıkılıyor ama aslında herkes kendi derdinde. Bu düşünce çerçevesinde, Thukydides’ten şöyle bir alıntı yapıyor Jerry; Daha zayıf olan devletler, kar etme yolundaki ortak istekten ötürü, daha güçlü olanlar tarafından yönetilmeye razı oluyorlardı; sermaye kaynaklarını ele geçirerek üstün bir güç kazanan devletler de, daha küçük kentleri denetim altına alıyorlardı. 2500 yıl önce, egemenlik havuzu konusunda, Atina Birliği tasvirini böyle yapmış, Thukydides.

Yolculuğun amacındansa, kendi derdinde olanların başında da Jerry geliyor, çünkü o bir tutkunun peşinde. Her olay, her davranış, o kadına bağlanıyor, ya da bağlanmıyor da herşey iyice karışıyor. İlk cümleden son cümleye, tüm düşüncelerde o var, ama adı yok, çünkü Jerry anmak istemiyor. Bu kadar basit bir şeyle, kadının adını son cümleye kadar saklamakla, yazar merakı sıcak tutuyor, tansiyonu yükseltiyor.

Roman üç bölümden oluşuyor: Birinci bölüm, yolculuğu anlamak, yolcuları tanımak, Jerry’nin kişiliği, yaşamı, aşkları hakkında ipuçları yakalamakla geçiyor. Düşünce rüzgarı öyle bir esiyor ki, bu ne anlatıyor deyip, bırakabilir okuyucu her an. Ama anlatış biçimine uyum sağlarsa, hevesle devam edebilir ve o düşünce sarmalına kaptırabilir kendini.

İkinci bölümde, yolculuğun nedenleri ve amaçlarındansa, yolcuların ve Jerry’nin insanlık halleri irdelenmekte. Onların duygularını, davranışlarını, ayyaşlıklarını, ahlaksızlıklarını, tutkularını, özlemlerini anlatırken, siyasi göndermeler, benzetmelerle, asıl amaçla bağını da koparmıyor yazar. Örneğin, en müstehcen ayrıntılarla bağlantılı anlatılan, Napoleon örneği savaşa bambaşka, ironik bir bakış. Zaferle eve dönen Napoleon’un dönüş yolunda aklında tek birşey vardır: Josephin’in kokusu. Ve onun için “ zaferin tadı” , o kokudur. Vatan, millet, savaş, barış, zafer, insanlığın varolduğumdan beri en kadim tutkusuna, sekse ve seksten alınan hazza bağlanıyor. Burada aslında Jerry’nin herşeye kendi sorunları üzerinden bakması temel alınarak, Napoleon’un hem Avrupa, hem de Jerry üzerindeki etkisi birarada vurgulanıyor.

Beyin fırtınası, kargaşa, uzun cümleler, yoğun duygularla ağır ve zorlayıcı olan ikinci bölümden sonra, üçüncü bölümde anlatım hafifliyor ve roman öyle bir ivme kazanıyor ki, okur yetişmekte zorlanıyor. Çünkü çarpıcı bir intihar var ve bu olayla birlikte Jerry de çözülüyor. Sona doğru gittikçe hızlanan, son cümleye kadar söyleyecek birşeyi olan yazar, bu zor anlatım şeklinde hiçbir zaman ipin ucunu kaçırmıyor.

Roman boyunca saklanan , büyük tutkunun simgesi, o kadının adı, son cümleye saklanıyor. Tam da artık Jerry de ondan vazgeçtiğinde, o kocasına dönecekken, yeni bir aşk bile belirmişken...Heyecanla beklenen isim: Christine. Eh biraz hayal kırıklığı yaratmıyor değil, gizlendiği için ister istemez isme anlam yükleniyor okurken. Christine’nin sembolik anlamı nedir? Var mıdır? Belki de sadece bir isim işte! İsa’ya büyük olasılıkla. Dini göndermeler de bolca var çünkü.

Jerry’nin sembolik anlamı var. Yazar, yaratıcılık için acı çekmek gerektiği, öfkenin iyi bir duygu olduğu gibi yaygın inanışlara göndermeler yapıyor. Jeremiah (?) Peygamber gibi Jerry de, kendi acılarını keşfetmeden, dünyada yolunu bulamıyor. Avrupa Birliği ile ilgili gözlemleri, kendi aşk felaketinin yansımalarıyla çakışıyor ( Katherine Powers).

EUROPA, bazı yorumculara göre bir “kara mizah”, hatta, “depresif mizah” örneği. Gerçekten de, bu yoğun, çarpıcı, yorucu anlatıma rağmen, ince bir gülümseme kalıyor yüzümüzde. Kitaba güç katan özelliklerinden biri bu yedirilmiş mizah, biri de karakterlerin çok tanıdık, anlatının çok evrensel olması. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelip, İtalya’da buluşmuş bu bir otobüs öğretim üyesi, Milano Üniversitesi değil de, ODTÜ’den yola çıkmış olsalar, ayrı ülkelere gerek yok, ayrı kentlerden olsalar, isimleri değiştirsek yalnızca, roman birşey kaybeder mi?

 

NİSAN 2005

EDEBİYAT KULÜBÜNDE BU AY –NİSAN-

Bu ay, ilk kitabımız, Kanada’lı şair ve yazar Margaret Atwood’un, KEDİ GÖZÜ adlı yapıtıydı.Orta yaşlı ressam bir kadının gözünden, 40’lı yılların Kanada’sının anlatıldığı roman, Atwood’un otobiyografisi sayılabilecek özellikler taşımakta.

Toronto’da retrospektif sergisi açılacak olan ressam, şehre gelmesiyle birlikte, bir iç hesaplaşma içinde bulur kendini.Zor bir çocukluk geçirmiştir. Çevredeki tutucu ailelere hiç benzemez onunki. Fakirdirler ama açık fikirlidirler. En yakın arkadaşı abisidir. Dini baskılar yoktur onların yaşamında. Bütün bunlar onu farklı kılar, ama bir yandan da yaşıtlarından uzaklaştırır. Yeni yetişen hain kızlar dünyasında bir yabancıdır. Kendini kabul ettirebilmek için çok uğraşır. Her türlü baskıya, aşağılanmaya, sataşmalara dayanır, ama sonunda kızlar işi iyice ileriye götürüp köprüden, nehrin buzlu suyuna düşmesine, hasta olmasına neden olurlar. Meryem Ana’nın hayalini gördüğünü sanarak kurtulur ve bu olaydan sonra kendine güveni gelir.

Yetişkinlikte de sorunlar bitmez. Ne yaşlı ressam öğretmeni, ne de genç sevgilisi onu mutlu eder. Ait olacağı bir yer bulma kaygısı ve çabası devam eder. Feminist ressamlar gurubuna katılır. İçten içe dalga geçse de, onlardan biri olmak, hatta lezbiyen olmak ister. Ama erkeklerin kadınlardan neden çekindiğini anlayınca, kendi de kadınlardan korktuğunu, bu nedenle de lezbiyen olamayacağını kabul eder.

Çocukluğunda ondan gördüğü tüm eziyetlere rağmen, arkadaşı Cordelia’yı özler, görüşmek ister. Umutla bekler ama, sergiye gelmez Cordelia. Sonunda akıl hastanesinde olduğunu öğrenir ve onu görmeye gider. Kaçmak için yardım ister Cordelia, ama o- korkar, ya da geçmiş yılların intikamını alır- yardım etmez. Bir daha görmez Cordelia’yı, ama hep özler.

Kedi Gözü, bir bilyedir. O bilyede iyi, kötü herşey vardır. Çocukluğu... Cordelia...Kendi portresi vardır, “Kedi Gözü” adlı tablosunda.

Kanadalı Atwood’dan sonra bir İngiliz yazar, Tim Parks vardı sırada:

Çağdaş İngiliz yazarların en iyilerinden biri sayılan, Europa’yla Booker ödülüne de aday gösterilen, Tim Parks, Türk okurunca fazla tanınmıyor. Europa, Kader’den sonra Türkçe’ye çevrilen ikinci kitabı.

Parks, kahramanı Jerry gibi, üniversitede çeviri dersleri veren, 25 yıldır Verona’da yaşayan bir İngiliz. Romanları dışında makaleleri, öyküleri var. Birçok ünlü İtalyan yazarının eserlerini İngilizceye çevirmiş.

Milano Üniversitesi’nden bir gurup öğretim üyesi, İtalyan vatandaşlarıyla aynı sosyal haklara sahip olmadıkları gerekçesiyle, aralarında imza toplarlar ve bu şikayetlerini Avrupa Parlamentosuna iletmek üzere, otobüsle Strasburg’a doğru yola çıkarlar.

Romanın anlatıcısı Jerry Marlow, bu yolculuğun amacını, işini pek de önemsemediği halde, imzayı atar, otobüs yolculuğuna katılır. Çünkü, imzalar arasında O’nun adını, yaşamının en büyük macerası, en tutkulu aşkının, karısını-kızını uğruna terkettiği, terkeder etmez de aldatıldığını öğrendiği, “o kadın”ın, o Fransız kadınının adını görmüştür..
Jerry, insanın asla yalnız kalamayacağı, gurup kavramının dayatıldığı, aynı ruh hali içinde şarkıların söylendiği, hızlı yakınlıkların kurulduğu, paket programlarla paket ilişkilerin öngörüldüğü bu modern tur otobüslerinden nefret eder.

Bu yolculukla toplanan, bu her cinsten, milletten insan topluluğu, geçmişleri, yola çıkış nedenleri ve varmak istedikleri yerle, Avrupa entegrasyonu sürecindeki ulusların birer simgesidir sanki. Aynı şeye inanılıyormuş, kutsal bir amaç varmış gibi yola çıkılır, ama aslında herkes kendi derdindedir. Thukydides’ten şöyle bir alıntı yapıyor Jerry; Daha zayıf olan devletler, kar etme yolundaki ortak istekten ötürü, daha güçlü olanlar tarafından yönetilmeye razı oluyorlardı; sermaye kaynaklarını ele geçirerek üstün bir güç kazanan devletler de, daha küçük kentleri denetim altına alıyorlardı. 2500 yıl önce, egemenlik havuzu konusunda, Atina Birliği tasvirini böyle yapmış, Thukydides.

Kendi derdinde olanların başında Jerry geliyor, çünkü o bir tutkunun peşinde. Her olay, her davranış, “o kadın”a bağlanıyor. İlk cümleden son cümleye, tüm düşüncelerde o var, ama adı yok. Bu kadar basit bir şeyle, kadının adını son cümleye kadar saklamakla, yazar merakı sıcak tutuyor, tansiyonu yükseltiyor. Bu zor anlatım şeklinde, her sözcükte, iplerin yazarda olduğunu hissettiriyor okura.

EUROPA, bazı yorumculara göre bir “kara mizah”, hatta, “depresif mizah” örneği. Gerçekten de, bu yoğun, çarpıcı, yorucu anlatıma, bu beyin fırtınasına rağmen, bittiğinde, ince bir gülümseme kalıyor yüzümüzde.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?