Cuma, Şubat 02, 2007

 

SUBAT 2007

İnsanlık bir vurgun daha yedi.

Hrant Dink’in öldürülüşü içimizi öyle yaktı ki, sanattan edebiyattan sözetmek bile yavan geldi. Biz de Hrant Dink’in avukatı, yakın arkadaşı ve onu bu ölüme götüren olayların yakın tanığı Fethiye Çetin’in “Anneannem” adlı anlatısını okuduk ve onu sıcağı sıcağına konuk ettik.

Fethiye Çetin’in acısı sıcakdı henüz. Gözyaşları içinde anlattı arkadaşının başına gelenleri, yıllardır uğradığı haksızlıkları, vatanına olan sevgisini...Bundan önce kaç kez öldüğünü.... “Onu koruyamadık, bile bile ölmesine izin verdik! En çok da buna yanıyorum.” dedi.

Kocaman sarılmasıyla sevdiklerini yüreğine bastıran bu adam hakkında konuşalacak çok şey vardı. Konuştuk. Konuştukça acımız arttı, tepkimiz büyüdü; çaresizliğimiz, durgunluğumuz, sessizliğimiz bizi küçülttü.

“Anneannem” bir parçalanma öyküsü. Sayısını bilmediğimiz “Kılıç artığı” çocukların öykülerinden biri yalnızca! Elazığ'ın Habab köyünde mutlu bir yaşam süren küçük bir Ermeni kızın öyküsü. Köyünün tüm erkekleri öldürüldükten sonra, annesi, kardeşleri, komşularıyla birlikte yollara düşmeye zorlanan, yolda annesinin ellerinden koparılıp Müslüman bir ailenin Seher'i yapılan, 95 yıl yaşayıp “toruntaht” olan, ama yüreğinin bir yanı hep kırık kalan Heranuş’un öyküsü.

Ermeni olarak doğan, Müslüman töreniyle toprağa verilen Heranuş’un cenaze töreninde torunu Fethiye anneannesinin anne-babasının adını soranların karşısına “Annesinin adı Esma değil, İsguhi. Babası da Hüseyin değil, Hovannes!” diye dikilmiş. Ardından ABD'deki ailesi Gadaryanlar'ı bulmuş, Marge Teyze'siyle buluşmuş. Ve hepsini “Anneannem” adlı kitabında anlatmış.

Fethiye Çetin anneannesinin cenazesinde yaşananlardan çok etkilenmiş ve bu kitabı yazmaya o anda karar vermiş. Anneannesi bu görev için onu çoktan seçmişmiş zaten.Yıllarca sır olarak sakladığı anılarını yalnızca Fethiye’ye anlatmış. Hayatta kalmayı başaran anne ve babasının ABD'ye gittiğini, orada kardeşlerinin olduğunu biliyormuş ama ulaşamamış onlara.

Bu anıları ilk dinlediğinde uykuları kaçmış Fethiye Çetin’in. Anneannesi ondan ailesinden kalanları bulmasını istemiş. Fethiye, Agos gazetesine verdiği ölüm ilanı sayesinde akrabalarına ulaşabilmiş. ABD'deki büyük teyzesi aile öykülerini anlattığı mektuplar göndermiş. Anneannesinin anlattıklarıyla birleştirmiş bunları.Yazarken çok ağlamış. Yorum katmadan dinlediklerini aktarmış, paylaşınca rahatlamış.

Bu kitapta yalnız çok sevilen bir anneannenin anıları değil, bir insanlık dramı, resmi tarihle hiç uyuşmayan bir trajedi var. İlk duyduğu andan itibaren Fethiye Çetin’i sarsan, uzun süre gelgitler yaşamasına neden olan, etrafını sorgulamasına yol açan, dünyaya bakışını değiştiren, mesleğini ve çalışmalarını etkileyen olaylar var.

Bu topraklardaki saklı yaşamlar, gizlenen kimlikler...Heranuşların öyküleri konuşulabilseydi bugün Hrant’ı vuran düşmanlıklar olmazdı belki. Fethiye Çetin bu düşüncelerle, “Barış” için yazmış bu kitabı. Anneannesinin her acı anıyı anlatıp bitirdiğinde tekrarladığı şu cümlenin, bugün ne yazık ki hala geçerli olması, daha çook “barış kitabı” yazılmasını gerektiriyor:
“O günler gitsin, bir daha geri gelmesin!”

Fethiye Çetin’in anneannesinin öyküsü resmi olmayan tarihimizden bir görüntüydü. Başka dillerde başka ne öyküler var kimbilir!

Kendini resmi tarih karşıtlığına adamış bir Amerikalı, Gore Vidal bu ayki diğer konuğumuzdu. Gore Vidal’i bize ABD’de yaşayan, yazarı yakından tanıyan arkadaşımız Kumru Toktamış anlattı.

Gore Vidal her türde ürün vermiş bir yazar. Tam bir muhalif. Politikayla çok yakından ilgilenmiş, ama resmi tarihi de, politikacılarla da çok sert eleştirmiş, onlarla dalga geçmiş, 80’ini aşmış biri.

Kumru’nu anlattığına göre; “Amerikan tarihini Gore Vidal’den öğrenmek gerekiyor. Ciddi tarihçilerin, politikacıların yolu ondan geçiyor. Global siyasi tespitler yapmasa da çok doğru yorumları var. Cumhuriyeti kurtarmak için çırpınan bir adam. Çok sivri dilli. Herkes için söyleyeceği birşeyi var. Amerikan tarihini anlattığı beşlemesi, aslında cumhuriyetin yokoluş tarihi. Amerika Birleşik Devletlerinin açılımını o çok farklı bir biçimde yapıyor: USA=United States of Amnesia. Bu tanımlama popüler kültürde oldukça yaygın.”

Asıl adı Eugene Luther Vidal olan Gore Vidal 3 Ekim 1925’de doğmuş. Siyaseti içinde büyüyen Vidal, Gore adını Oklahoma eyaletinin senatörü dedesi Thomas Pryor Gore’dan almış. İlk romanını İkinci Dünya Savaşı'nda Kara Kuvvetleri'nde görev yaptığı sırada on dokuz yaşındayken yazmış. 1946’da “Williwaw”, 1948’de “City and the Pillar” yayımlandıklarında Amerikan kamuoyunda büyük sarsıntılar ve tartışmalar yaratmışlar. Bunu takip eden beş romanı beğenilmeyip düşük satış rakamlarında kalınca roman yazmayı bırakmış. Bu dönemde çeşitli sahne ve TV oyunları, senaryolar yazmaya başlamış. Bu alanda ciddi bir başarı elde etmiş. Ben-Hur senaryosunu onun yazdığı filmlerden biri. Vidal, “Empire” ile 1964’de yeniden romana dönmüş. Amerikan tarihinin önemli kişi ve olaylarını anlattığı “Burr”, 1974, İngiltere ve ABD'de çok satan listelerinde bir numara olmuş.


Biz, Gore Vidal’in İncil’i yeniden yazdırdığı kitabı “Golgota'dan Canlı Yayın”ı okuduk:
“Bir hacker, yeryüzündeki tüm İncil'leri siler. İnsanlığın kurtuluşu için En Büyük Hikaye'nin tekrar yazılması gerekmektedir. Peder Timoti bu işle görevlendirilir. Üstelik İsa'nın çarmıha gerilişinin canlı olarak yayımlanacağı programda sunucu olabilecek, Hıristiyanlığın hikayesine en başından tanıklık edebilecektir. Evine Sony marka bir televizyon getirip ona sunuculuk gibi cazip bir teklif sunan General Electric'ten adamlar, Peder'in dine, İsa'ya, Çarmıha Geriliş'e ve Yeniden Diriliş'e farklı bir açıdan bakmasına vesile olurlar.”

Tarihe açıklık getirmeye çalışan iki yazar konuğumuzdu oldu bu ay. Onlar da olmasa bu derin uykulardan nasıl uyanacak insanlar?

This page is powered by Blogger. Isn't yours?