Salı, Mart 01, 2005

 

ŞUBAT 2005

EDEBİYAT KULÜBÜNDE USTALAR GEÇİDİ SÜRÜYOR
Hermann Hesse, bir denemesinde,“Kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak, artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve eğer umudun binbir ölümünü yaşamışsak, Dostoyevski, işte ancak o zaman, okunacak bir yazardır.”, demiş.
Biz bu duygularla karar vermedik, Dostoyevski okumaya. “O”nun büyük dehasını yadetmek, anlatım gücünün büyüsüne yeniden kapılmak istedik.
“Yeraltından Notlar”, bir tutunamayanın, varoluşunu bağıra bağıra duyurmak isterken, tam da tersine, kabuğuna çekilişinin öyküsü. Kahraman, toplumsal hayatı reddederek seçtiği, ”yeraltı” dediği, bir yalnızlığı, öfkeli bir monologla anlatır kitabın ilk yarısında; ikinci yarısındaysa bu seçimini haklı çıkaracak gençlik anılarını.
Kitabın kahramanı kurmaca olsa da, Dostoyevski’nin yaşam öyküsüne bakınca, yazarıyla çakışan birçok yönü olduğunu görebiliyoruz. Kitaplara sığındığı baskılı bir çocukluk dönemi, onsekiz yaşında, babasının ani ve şüpheli ölümüyle girdiği bunalım, bu bunalım sonucu edindiği sara krizleri, idamdan dönüp gittiği Sibirya’da, sürgün ve askerlikle geçen dokuz yıl, bu dokuz yılda tek kitabının İncil olması, acılar, ölümler, savaşlar Dostoyevski’nin kişiliğini oluşturan etkenler.
“Acıda hazların en tatlısı saklıdır .” diyor, Dostoyevski.
“Yeraltından Notlar”ın kahramanı da, alçaldıkça acı çekmekte, acı çekdikçe haz duymaktadır. Bugün, uzun süreli terapilerle kazandırılmaya çalışılan,”kendini olduğu gibi kabul etme, sevme” kavramı, tüm büyük psikologlardan önce, bu yapıtta, son derce ayrıntılı bir psikanalatik incelemeyle ele alınmış. Dostoyevski’nin, yaşadığı dönemde de, kendinden sonra gelenlerce de, psikolojinin ilahı kabul edilmesini, tek başına bu kitap bile haklı çıkarıyor.
Düşüncelerini, edebiyat tarihinde bir ilk olan, “anti-kahraman”ın, ağzından anlatıyor, Dostoyevski. Okuyucunun, kahramanla özdeşleşmesini değil, onunla kavga etmesini istiyor.Ama, karakter o kadar gerçek ki, okuyucunun özdeşleşmemesi, kendini sorgulamaması, kahramanla olduğu kadar, kendisiyle de kavga etmemesi olası değil.
Yoksulluk ve acılar içinde geçen ömründe, Dostoyevski, yayınevlerinden biran önce para alabilmek uğruna, kitaplarını çok kısa sürelerde yazmış. Tam bitirmeden teslim ettikleri bile olmuş. Hep zamansızlıktan şikayet etmiş. Altmış yaşında, ölmesine yakın, yazdıklarının, yazacaklarının ancak yüzde yirmisi olduğunu söylemiş.
Ya bir de bol vakti olsaydı?


Gerçek bir “anti-kahraman”, çağdaş bir dil cambazı, Boris Vian vardı sırada. Dehası ölümünden sonra keşfedilen, müzik, sinema, mühendislik gibi birçok alanda ve edebiyatın her dalında üreten, üretmeye doymayan, Dostoyeski’nin kahramanı için öngördüğü gibi, kırkına varmadan da ölen, çok tartışılmış bir yazar Boris Vian.
Yaşarken, bir yazar olarak pek ciddiye alınmamışsa da, renkli kişiliği ile, Paris’in varoluşçu ve gerçeküstücü çevrelerinde oldukça ünlü olan Vian, küçük yaşta kalp hastalığına yakalanmış. Ömrünün kısa olduğunu bilmek, ölümü her an yakınında hissetmek, duygularını , düşüncelerini korkmadan sonuna kadar savunma gücünü vermiş ona. Hırsla üretmiş, zamanla yarışmış. Barlarda, izbe köşelerde, sokaklarda, Amerika’nın Siyahi müziğinin ezgisinde bulduğu öfke ve acı, tüm eserlerinin belirleyici unsuru olmuş.
Cümle yapısını kıran, yanyana gelmesi olanaksızmış gibi gözüken sözcükleri, olağandışı bir şiirsellik ve uyumla birleştiren, şaşırtıcı diliyle, sürükleyici ritmiyle, heyecan veren, fantastik dünyasının içine alıveren bir anlatımı var Boris Vian’ın.
Gerçeküstü imgeleri olmasa, neredeyse naif olarak tanımlanabilecek bir aşk öyküsü, “Günlerin Köpüğü”. Yozlaşmış ilişkiler içinde, aşkın, ölümün öyküsü! Entellektüel çevrede yaşayan, zengin, bir genç Colin, Chloé adlı, göğsünde bir nilüfer büyüyen, bu yüzden ölecek olan, bir kıza aşık olur. Evlilikle birlikte peri masalı biter, kabuslar başlar. Aşk bitmez, ama, hastalık, para kazanma zorunluluğu, çok çalışmaya rağmen gittikçe daha kötü yaşamak...tüketir Colin’i. Chloé zeten tükenmektedir. Colin’in verdiği çiçeklerle dolu yatağında, elinde tutmakta zorlandığı bir orkideyle ölür, fakirler mezarlığına gömülür.
Kitabının önsözünde şöyle diyor, Boris Vian: "Hayatta önemli olan, herşey hakkında yargıya varabilmektir. Çünkü, görüldüğü gibi topluluklar haksız, bireylerse, her zaman haklıdır. Bu yüzden bir yaşama kuralı çıkaramamaktadır bireyler. Çünkü, kurallar bağlanılacak güçte olmalıdır. Yaşamda sadece iki şey önemlidir: Aşk, her türlü aşk ve New Orleans ya da Duke Ellington müziği! Bunların dışında herşey çirkindir, kaybolmalıdır! Bu birkaç sayfa, bunu doğrulamak için yazılmıştır. Güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. Yaşanmış bir olaydır, çünkü başından sonuna kadar ben düşündüm bunu. Gerçeğin, ıstılmış ve eğimli bir atmosfer içinde, düzensiz kıvrımları ve bükümleri olan bir yüzey üstüne yansıtılması yoluyla elde edilmiştir. Görüyorsanız ya, hiç de açıklamakta sakınca görmediğim bir yol, eğer yol varsa."
Biz de Boris Vian’ın doğrularından ayrılmadık, Duke Ellington eşliğinde tartıştık Colin’le, Chloé’nin aşk hikayesini.
Yazın dünyasının ustalarını okuyoruz. Hem okuyoruz, hem de yazıyoruz. Ustaların olduğu dünyada, çıraklar da var, çaylaklar da! “Edebiyat Kulübü”nün öykücü çaylakları olarak, aldık başımızı gidiyoruz. Bakarsınız, yakında, bir kitap bile çıkarırız!!

This page is powered by Blogger. Isn't yours?