Çarşamba, Aralık 01, 2004

 

KASIM 2004

Edebiyat Kulübü’nün bu ayki kitapları, Amin Malouf’dan Tanios Kayası ve
Elif Şafak’dan Araf’tı.

Farklı öykülerde, farklı ülkelerde dolaşıyor olsalar da, iki yazarın ortak bir yanı var:
Yabancılıkları…Kendi ülkelerinde de, yaşadıkları ülkede de yabancı; ne oralı, ne buralılar.
Onları yazmaya zorlayan da bu yabancılıkları, bu arada kalmışlıkları ve yalnızlıkları

1993’ te yayımlanan Tanios Kayası ile, o yılın Goncourt Ödül’ünü kazanan Amin Malouf, 1976 yılından beri Paris’te yaşayıp, Fransızca yazan Lübnanlı bir yazar. Ortadoğu tarihinden alıntılarla süslediği romanları dünyada ve Türkiye’de çok satmakta. Savaşmak istemediği için, ailesinin birçok üyesi gibi, ülkesinden ayrılmış, yabancı bir ülkeye sığınmış, uzaktan izlemiş vatanını.

Ondokuzuncu yüzyılın başlarında, gerici kıyımların tohumlarının atıldığı dönemde, gerçek bir öyküden yola çıkmış yazar. Bir patrik gerçekten öldürülmüş, katili de oğluyla birlikte Kıbrıs’a sığınmış, ama Emir’in adamlarınca tuzağa düşürülerek idam edilmek üzere geri getirtilmiş.
Bu olay dışında anlatılanlar, olayların geçtiği köy, başvurulan kaynaklar, kişiler hayal ürünü.

Amin Malouf masalsı bir anlatımla tarihi sorguluyor. Uzaktan baktığı ülkesini ve geçmişi belki de bu uzaklığın sağladığı ironik bir gözle irdeliyor. Bazı eleştirmenlerce edebiyatçı değil de globalist bir siyaset yazarı olarak tanımlanan Malouf’un, Türkiye’de bu kadar ilgi görmesi, Osmanlı’yı, doğu feodalizmini ele alış biçiminin, alıştığımız batı öykünmesine ters bir yaklaşım olmasından kaynaklanıyor olabilir.

Amin Malouf uygun zamanda uygun şeyler anlatıyor…ve de çok güzel anlatıyor.


Elif Şafak, ODTÜ’lü bir akedemisyen. Araf, altıncı kitabı. Bir süredir Amerika’da yaşayan yazar, bu kitabını İngilizce yazmış. Karakterleri - kimisi oralı, kimisi yabancı - Boston’da yaşayan kişiler olunca, roman da İngilizce gelmiş, rüyalarında, zihninde İngilizce şekillenmiş. Bugünün dünyasında çok yaygın bir insan halini, yabancılığı, sorgulayan kitabının,
yabancı dilde de ilgi görmesini diliyoruz.

Elif Şafak, derneğimize geldi, uzun uzun kendini, yazma serüvenini, siyasi duruşunu, dile bakışını anlattı. Araf’tan önceki kitaplarını, Araf’ı, Araf’ta olmayı konuştuk.

Musevilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların inançlarında yeralan Araf, ne cennet ne de cehennem. Burada bulunanlar ne kötü ne de iyi. Araf kimsenin tam anlamda evi değil, simgesel bir bekleme odası. Araf’ın özü geçicilik. Türk olmak da bir çeşit Araf’ta olmak.
Ne doğuluyuz, ne de batılı.

Yalnız bir çocuk olan Elif Şafak, yabancılığı çok küçük yaşlarında tatmış. Yazmayı öğrenir öğrenmez de günlük tutmaya başlamış. Ogün bugün bırakmamış yazmayı. Önceleri günlüğüne kendini yazmış. Yaşantısını renksiz bulunca başlamış, başka kişiler, başka hayatlar düşlemeye. Renkli hayatlar üretmiş, onları yazmış.

Elif Şafak, her biri farklı yerlerden, farklı kültürlerden ve farklı tarihlerden gelen bütün karakterlerin eşit yer kapladığı Araf’ı, isimden başlayan yabancılıkla ortaya çıkan, iki arada olma hali üzerine kurgulamış. Bu olguyu, Amerikan tarzı hayatın kilişelerini mizahi bir şekilde ele alarak beslemiş. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmış, okuyucuya bir şey bırakmamış, yazar. Boston’da biraraya gelmiş bu bir gurup gencin kimliksizlikleri, arayışları, saplantıları, sapkınlıkları çok tanıdık. Bu tanışıklık, sorunların insana dair olmasından çok, heryerimize sinmiş, dayatılmış, Amerikanvari yaşantımızdan olsa gerek.

Araf, bir arafta kalma romanı, yazılışı - yayınlanışı bakımından kendisi de bir araf, Elif Şafak’a göre. Yaşam tarzı olarak, dünyaya karşı duruşu olarak, Araf’ta olmayı seviyor yazar. Ancak yabancılardan birşeyler öğrenilebileceğine, başkasıyla çoğalacağına, bağnazlıkla biryere varılamayacağına inanıyor. Disiplinler arasında olmayı, sınırlarda dolaşmayı seviyor.
Türkiye’de Tasavvufun bilinmemesine de çok hayıflanıyor Elif Şafak. Cumhuriyet boyunca kendi kendimize verdiğimiz en büyük zararlardan birinin, merak etmeyi unutmamız olduğunu düşünüyor. Osmanlıyı merak etmek, din felsefesini merak etmek, kültürel tarihi merak etmek... Ona göre, Türkiye’de iki kemikleşmiş kesim var: Bir tarafta yüzünü salt Batı’ya odaklamış, neredeyse bu ülkede doğmuş olmaktan utanan, merak duygusunu yitirmiş, din dendi mi sadece ve sadece bağnazlık anlayan bir elit kesim, bir de bu kesime tepki mahiyetinde yükselen daha muhafazakar bir yapı. Birinciler Osmanlı’yı önemsemez, tasavvuf bilmez, ikinciler ise onların reddettiği her şeyi sahiplenirken kendine eleştirel bir gözle bakamaz. İhtiyacımız olan bir üçüncü saha yaratmak. Hem ilgili, meraklı, hem eleştirel olabilmek de mümkün.
Elif Şafak dili çok önemsiyor. Dil kendini yazdırırmış ona. Romanlarında, yazılarında Türkiye’ye dayatılan dil devrimi ile hesaplaşmış, tartışmış. Osmanlıca addedilen kelimelerin kaybını, milli ve yekpare bir dil yaratma adına Farsça, Arapça kökenli kelimelerin ayıklanmasını, bir fikir olarak kelimelerin bir dilden ayıklanabileceği savını hiç hazmedememiş. Kelimelere aşık Elif Şafak, biri yitip gitse içi sızlıyor. Enkaz altından çıkarıyor Osmanlıya dair kelimeleri. Bakıyor hala yaşıyorlar, ölmemişler, soluk alıp veriyorlar. O zaman üstlerini başlarını silkeleyip buyur ediyor yazınına.

Bütün romanlarında Elif Şafak’ın, karakterlerin yolu mutlaka İstanbul’a düşüyor. İstanbul başlıbaşına bir karakter onun için ve illa ki dişi bir karakter. Uzaktayken onsuz olamadığı, vardığında yanından uzaklaştığı şehir. Gönülden bağlı bu şehre.

İstanbul’a, dile, yazmaya gönülden bağlı Elif Şafak. Sürü halinde uçmaktansa, topal karga olmayı yeğliyor, yaşamında da, sanatında da….

This page is powered by Blogger. Isn't yours?