Perşembe, Temmuz 20, 2006

 

TEMMUZ 2006

EDEBİYAT KLÜBÜNDE GEÇEN AY




Edebiyat klübü üyeleri geçtiğimiz ay yeni mezunların ellili ve altmışlı yılların sevilen yazarı Panait Istrati'yi
pek tanımadığını gören Edebiyat Klübünün eski mezun üyelerinin önerisiyle yazarın Akdeniz isimli romanını
okudular. Her Çarşamba akşamı 19:30'da Kampus'umuzun U-2 salonunda yapılan mutad toplantılara
aksatılmadan devam edildi ve 7 Haziran akşamı Hakkı Yazıcı ve Nurgül Özgirgin'in düet tarzında yaptıkları
ortaklaşa sunumda yazarın hayatı, dünya görüşü, eserleri ve sanat anlayışı anlatıldı ve daha sonra üyeler
okudukları kitabı tartıştılar.

Rumen asıllı Fransız yazarı Panait İstrati, 11 Ağustos 1884’de İbrail’de Rum kaçakçı Gerasim Valsamis ile Romen Yoitza İstrati'nin evlilik dışı oğlu olarak doğar. Babası Panait doğduktan bir yıl sonra öldürülür. Çamaşır yıkayarak hayatını kazanan annesiyle birlikte yoksulluk içinde yaşayan İstrati ilkokulu zar zor bitirir (iki yıl kaybeder) ve on iki yaşındayken çok sevdiği annesinden ayrılıp, kendini yaşamın, maceranın, özgürlüğün kollarına bırakır.

Ana evinden ayrılıp çoğu zaman aç, hasta ya da sefalet içinde geçen bu serserilik dönemleri, tam yirmi yıl sürer. Bu süre içinde İstrati'nin yapmadığı iş, Ortadoğu ve Akdeniz'de gezip görmediği ülke kalmaz. Garsonluk, börekçilik, amelelik, makinistlik, kazmacılık, hamallık, tabelacılık, çilingirlik, fotoğrafçılık... gibi hemen her işi yapan İstrati, çoğu zaman beş parasız bindiği gemilerle Suriye'yi, Lübnan'ı, Yunanistan'ı, Mısır'ı, İtalya'yı, Beyrut'u gezer.

Değişik kültürler, değişik diller ve yüzler arasındaki aç, çıplak ve sefil de olsa yaşanan bu maceralar, bir yandan İstrati'ye birçok ulustan dostlar kazandırırken, öte yandan da dağarcığında birbirinden çarpıcı öyküler biriktirmektedir. Ekmeğini paylaşan yoksul insanları, kendisi gibi "bir lokma, bir hırka" gezen Rum, Yahudi, Romen, Rus göçmenleri; yaptıkları basit işlere rağmen kendilerine uğrayan yolcuları aç bırakmayan küçük esnafı ve büyülü şehirleri tanır.

1900'lü yılların başında sosyalist hareketle tanışan Istrati, “Rumanya İşçileri” adlı gazetede yazmaya başlar. Sendika davalarının ateşli bir savunucusudur ve kısa sürede liman işçileri sendikasının sekreterliğine getirilir. Aynı yıllarda 51 yaşına geldiğinde ölümüne neden olacak hastalığı ciğerlerini kemirmeye başlamıştır.

1913-14’de Bükreş, İstanbul, Kahire, Napoli,Paris ve İsviçre’ye gider. İsviçre’de tüberküloz tedavisi amacıyla bir süre kalacaktır. Sanatoryumdayken tanıştığı Rus-yahudi yazar Josué Jéhouda onun yakın dostu ve fransızca hocası olur. Kimi kaynaklarda Fransızca'yı tümüyle kendi olanaklarıyla öğrendiği; hatta bunun bulduğu bir sözlük sayesinde olduğu da belirtilmektedir. Istrati 1915’de Romanya’ya döner.

Tüm bu zaman içinde yoksulluk onun peşini bir an olsun bırakmaz. Ciğerlerinden hasta, yoksul ve depresyonda iken bir parkta, güpegündüz boğazını usturayla keserek intihar girişiminde bulunduğunda tarih 3 Ocak 1921'dir.

Giysileri kir pas içinde orta yaşlı bir adam, Nis kentinin parklarından birinde usturayla kendi boğazını kesmiş olarak bulunup hastaneye kaldırıldığında üzerinde ünlü Fransız Yazar Romain Roland'a yazılmış uzun bir mektup çıkar. Bu intihar girişimi yerel gazetelerde yayınlanır ve ölümden kıl payı kurtulan adamın, yine kendi gibi serseri ruhlu bir arkadaşı tarafından okunur. Adı Panait İstrati olan bu adamın cebinden çıkan mektup, daha önce de Roland'a gönderilmiş, fakat alıcısı adreste bulunamadığı için aynen iade edilmiştir. İstrati hastanede acılarla boğuşurken, bu serseri kılıklı adamın serseri ruhlu arkadaşı, mektubu yeniden postaya verir. Mektup bu sefer yerine ulaşır. Romain Roland ilerleyen yıllarda o mektuptan şöyle bahsedecektir: "Bu mektup kendini boğazlamış bir ümitsizin üstünde bulunmuştu. Aldığı yaradan sonra yaşaması için pek az umut vardı. Mektubu okudum ve deha uğultularından hayrete düştüm. Ovada yakıcı bir rüzgâr. Bu, Balkan ülkelerinden yeni bir Gorki'nin itiraflarıydı. Hayatını kurtarmayı başardılar. Kendisini tanımak istedim. Mektuplaşmaya başladık. Dost olduk. Adı İstrati'dir..."

Rolland, Istrati’yi yaşadıklarını, tanıklıklarını yazmaya teşvik eder; ona bir çeşit öğretmenlik yapar. İstrati'nin Fransızca yazdığı öyküleri hemen hiç müdahalede bulunmadan sadece düzeltir ve yayımlanmalarına yardımcı olur. Biraz da Roland'ın ısrarlarıyla yazmaya başladığı ilk kitabı Kira Kiralina'yı 1924'te yayınlar yayınlamaz Istrati, ünlüler arasındaki yerini alırdı. Kira Kiralina’nın önsözünü Rolland yazmıştır. Sonra eserleri devam eder: Baragan'ın Dikenleri (1928), Sokak Kızı, Arkadaş, Angel Dayı, Kodin, Akdeniz, Minka Abla, Hayat Yollarında ve diğerleri.

Bu arada, Istrati’nin özel yaşamı da oldukça çalkantılıdır. İlk eşi Jeannette Maltus'la mutsuz bir evliliği vardır. Daha sonra, Anna Munsch ile evlenir. Ancak evliliği sürerken, 1926'da Marie-Louise Baud-Bovy ile tanışır. İki kadının aşkı arasında kalan İstrati, Rolland'a yazdığı bir mektupta şöyle der: "Anna'dan da, Bilili'den de vazgeçeceğime canımı feda ederim daha iyi. İkisi de gerekli bana. Ve bu pekala mümkündür."


İstrati, başlıca eserlerini fransızca yazmış olmakla birlikte, ilham aldığı temalar bakımından esas olarak bir Rumen yazarıdır ve kitaplarında Romanya'nın insanlarını anlatır. Ancak bunu yaparken anlattığı sadece Romanya değildir; bütün Akdeniz'i ve Avrupa'yı sarıp sarmalar. Yine de şunu söylemek yanlış olmaz: Istrati’nin esas konusu mekandan çok insanlardır. Bu insanlar Romanya köylerinde, İtalya sokaklarında, Akdeniz'in bir liman kentinin rıhtımlarında ya da süngerci teknelerinde karşımıza çıkar.

İstrati'nin kahramanlarını yaşama sevinci ve acılar şekillendirmiştir ve müthiş öfkelidirler. "Baraganın Dikenleri"nde boyarın konağını yakan köylüler, "Hayduklar"da ormana sığınıp bir çeşit gerilla mücadelesi vermeye başlar. "Sokak Kızı" ve "Kira Kiralina"da ise kahramanlar öfke ve insanseverlik arasında gidip gelirler.

Öte yandan, onun hemen her kitabında kendisini bulmak olanaklıdır. Henüz oniki yaşlarında, acımasız bir bozkır olan Baragan'da sonbaharın soğuk ve sert rüzgârlarının sürüklediği dikenlerin peşi sıra, ardına bakmadan koşturan çocuk da, Suriye'nin bir limanından kalkmak üzere olan gemiye gizlice binmeye çalışan otuzunu aşmış Adriyen de, daha pek çok kahramanında olduğu gibi Panait’in ta kendisidir.
Anlatımı sade ama etkili, kahramanları ise toplum içinde sıklıkla raslanılan insanlardır. Aslında, yer ve insan isimleri bir kenara bırakıldığında, anlattıkları bize son derece yakındır. Kahramanlarını betimleme tarzı, portre çizişi doyurucu olduğu kadar okuru sıkmayan, samimi bir özellik taşır. Bu özellikleriyle ve kısa ve özlü uslubuyla Sait Faik’e benzetilir.
Istrati'nin eserlerinde gerçek bir insan sevgisi hissedilir. Bu karşılıksız ve koşulsuz sevginin hikayesindeki kahramanların başına getirdiği belalar kadar, onlara yaptığı katkı da nesnel bir biçimde anlatılır. Vejdi Erbay şöyle diyor: İstrati, yazdığı her satırda, bütün olumsuz koşulların içinden, insanı sevmek için bir nedeni çıkarıp vermeyi başarıyor. Üstelik, bir arkadaş toplantısında başından geçen bir olayı anlatır gibi yalın, sahici ve sarsıcı. Onun yazar yönünün büyüklüğünü de dildeki bu başarısı sağlıyor.

Gerçekte emeğiyle, onuruyla çalışan küçük insanların verdiği “insanca yaşam, daha fazla ekmek ve özgürlük” mücadelesi Istrati’nin kitaplarını geniş ölçüde beslemiştir. Hiç kuşkusuz bu, onun dünyaya bakışından kaynaklanmaktadır. Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse, Istrati’nin yaklaşımı, sınıfsal odaklı olmaktan çok hümanisttir. Gençlik yıllarında sosyalist yayınlarda yazmasına rağmen, yapısı itibariyle insanlara ve düşüncelere bağlılığı daha çok duygusal temelde kalan İstrati, örgütlü sosyalist mücadeleye sıcak bakmamıştır. Pek çok romanında politikadan, politik mücadeleden çok insanı insan yapan değerlerin üzerinde durması bu yüzdendir

Davet edilerek gittiği SSCB'den hasta ve morali bozuk olarak Romanya’ya dönen Panait Istrati Nis’e gidip tekrar tüberküloz tedavisi görür ve Bükreş’e geri döner.16 Nisan 1935’de Bükreş’de bir sanatoryumda ölür. Öldüğünde ellilerin henüz en başında; tam da bir yazarın en güzel eserlerini vereceği bir yaştaydı.

Edebiyat klübü 15 Haziran akşamı da bir ODTÜ'lüyü, İdari İlimler Fakültesi 1969 mezunlarından Şefik Sezer Seçkin'i yeni yayımlanan kitabı "Türkçe Vuruşurak Çekilirken" üzerine konuşmak ve tartışmak üzere davet etmişti. "Türkçe'nin hızla yozlaşması ve kültürel istilâ karşisında zorlanması, bir çok kalesinin düşmüş olmasına rağmen Türkçe'nin direnmesine katkıda bulunmak, Türkçe'nin vuruşarak geri çekilmesini karınca kararınca da olsa durdurmak, hatta yavaşlatmaya çalismak için bir şeyler yapmayı" görev bilen Şefik Sezer Seçkin yöneticilik yılları boyunca görüştüğü iş adamları, bürokratlar ve mülakat yaptığı gençlerle ilgili gözlemlerine dayanarak geliştirdiği ve kitabında ayrıntılarını anlattığı tezini özetledigi konuşmasının ardından gerek edebiyat klübü üyelerinin, gerekse Türkçe sorunlarına ilgi duyan diğer dernek üyelerinin katılımıyla hararetli bir panelde tartışıldı.

Sezer Seçkin konuşmasına "Türk Okur Yazarı"nın bir tanımını yaparak başladı. Hazırladığı ilk panoda oldukça şekilsiz bir çan eğrisi görülüyordu ve çanin en alt kısmından ortasına kadar olan bölümde "gazetelerin sadece ana başlıklarını belki okuyabilenlerle bir yazıyı ancak kekeleyerek sökenler" vardı. Çanin daralmaya başlayan yüzde 45'lik bölümünde "gazete ve televizyonlardaki haberleri oldukça iyi okuyan ama Türkçe'den başka dil bilmeyenler" vardı. Bunlar devlet memurları, esnaf, iş adamı, köylü, işçi vs. idi. Çanin uç tarafında kalan yüzde 5'lik bölümün ise yüzde 4'ünde ise basın, üniversite ögretim görevlisi, serbest meslek sahipleri, yöneticiler, ögretmenler, üniversite ve bazı lise ögrencileri vardı. Bu kesim biraz yabancı dil bilmekte ve gazete ve dergileri rahatlıkla okuyabilmekte. Çanin en ucunda bulunan yüzde 1'lik kesim ise bir yabancı dili iyi bilen ama çogu Sezer Seçkin'in tabiriyle "kültür kölesi" olmuş kesim. Bunlar basında, yönetimde, servis sektöründe, üniversite ögretim görevlisi ve ögrencileriyle ve yöneticiler.

Türk Okurunun profilini ve "hal-i perişanını" gösteren bu hazin tablodan sonra Sezer Seçkin'in hazırladığı "Çeviri Yetisi Merdiveni" adını taşiyan ikinci panoda Türkçe'nin yozlaşmasına katkıda bulunanlar sınıflandırılmıştı. Türkiye'de iyi eğitim almış, Türkçe'nin sorunlarına kafa yoran, bu işe hakkıyla sarılanlar ve çevirmenlerden oluşan yüzde 5'lik kesimi Sezer Seçkin "zararsız" olarak görüyor. Yurt dışında eğitim alanlar, yurt içinde yabancı dilde eğitim yapan liselerde dil ögrenenler ve yabancıların yanında çalisanlardan oluşan yüzde 45'lik kesimi "en zararlı", yurt dışında yaşamış veya yaşayanlar, yurt dışında eğitim alıp dönenler, yurt içinde üniversite ve liselerde yabancı dilde okuyanlar, yabancıların yanında çalisanlar, bir şekilde dil ögrenen (soförlük yaparak, turist gezdirerek vs) yüzde 50'lik bir kesim ise "az zararlılar" olarak tanımlıyor.

Sezer Seçkin toplantının konferans bölümünde daha sonra yine panolarla Türkçe'ye vurulan darbeler olarak gördüğü zararlı ve yanlış uygulamaları sıraladı. Sezer Seçkin'e göre zararsız gibi görünen birinci bıçak "yabancı adların Türkçe'de aynen yazılması"ydı. Bunun Türk okur yazarının yüzde 95 ila yüzde 99'una hitap etmediğini, halkımızın çok büyük çoğunluğunun Maureen O'Shaughnessey, Michelle d'Aubrail, Cvetan Tyszkiewicz vs. gibi isimleri doğru okuyabilmesinin beklenemeyeceğini belirtti. İkinci "Zararlı Bıçak" olarak gördüğü "yabancı cins isimlerin aynen yazılması" için ise mortgage, advantage, worldcard, puzzle, hospital, memorial gibi örnekler verdi. Sezer Seçkin'in "En zararlı bıçak" olarak gördüğü uygulamalar ise "tanım ve kavramların Türkçeleri yerine yabancı kelimelerin sokuşturulması" idi. Bunlara detay, periyot, aktivite, si-vi, CEO, kualifikasyon domine etmek, fokus olmak gibi örnekler verdi.

Sezer Seçkin buna karşi alınması gereken önlemleri ise sırasıyla yabancı adların Türk okuyucuya göre yazılması (Chicago değil Şikago, Jacques Chirac değil Jak Şirak gibi), yabancı ad ve kavramların kullanılmaması (aktivite değil etkinlik, prezentasyon değil sunum gibi), yabancı sözcükler dilimize ilk kez geliyorsa Türkçeleştirilmesini (hardware=donanım, software=yazılım, computer=bilgisayar, memory=bellek gibi), terim aynen alınmışsa Türkçe okunduğu gibi yazılmasını (football=futbol, cinema=sinema gibi) öneriyor.

Sezer Seçkin konferansının son bölümünde ise yabancı sözcüklerin doğru kullanımı üzerinde durdu. Bir hanımın "müdür" olamayacağını, "müdire" olduğunu, yolcuların "uçağa teşrif etmeleri" değil, "uçağı teşrif etmeleri" gerektiğini ve diğer Osmanlıca yanlışlarını hatırlattı. Okumada yapılan vurgu yanlışları (haakem, raakip gibi) ve dahi anlamına gelen "de" lerin, soru ilgeçlerinin ("mı", "mü", "midir",) ayrı yazılması gibi yazım yanlışları üzerinde durduktan sonra tartışma bölümüne geçildi.

Sezer Seçkin'in kendine özgü nükteleriyle edebiyat grubu neşeli bir akşam yaşadı, üyelerinin dilimize duydukları sevgi ve saygı tazelendi. Arkadaşimızın içtenlikle ve büyük emek ve araştırmaya dayanarak hazırladığı kitabına ögretmenlerimizin, aydınlarımızın ve tüm okur yazarlarımızın ilgi göstermesini dileriz.

21 Haziran Çarşamba akşamı Edebiyat Klübü toplantısının konusu Salim Şengil'in öyküleriydi. Hakkı Yazıcı Ankara Öykü Günleri için Beyazıt Kütüphanesine kapanarak hazırladığı Salim Şengil dosyasını klüp üyesi arkadaşlarıyla paylaştı ve yazarın "Es Süleyman Es" adlı öyküsünü okudu.

Edebiyat klübünün Haziran ayında yaptığı son etkinlik ise edebiyat klübü üyelerinin sadece okumakla kalmayarak daha iyi yazmaya çalışmak, duygu ve düşüncelerini daha iyi ifade etmeye çalışmak amacıyla başlattıkları öykü atölyesi kapsamında kendi yazdıkları öyküleri okumak ve üzerinde tartışmak üzere yaptıkları 28 Haziran toplantısıydı. Bir istisna olarak bu toplantı Büyükada'da deniz kenarında bir balık lokantasında yapıldı ve iki arkadaşımızın yazdıkları öyküler okundu.

Comments: Yorum Gönder



<< Home

This page is powered by Blogger. Isn't yours?