Pazartesi, Nisan 06, 2009

 

MART 2009

Türk öykücülüğünde yenilikçi biçimsel arayışlar dendiğinde akla ilk gelebilecek üç-beş isimden biri: Leyla Erbil
“Benim çalışmalarım, kendimde başka insanları; onların duygularını, geçmişin, şimdinin ve geleceğin acılarını, sırlarını aramakla geçen bir yolculuk. İnsanı ararken kendini aramak. İnsani katmanları deşe deşe ilerleyen, insanı ele veren yeni bir yöntem bulunca bir nebze sakinleşen, dopdolu bir yolculuk.” (Füsun Akatlı’yla Röportaj, 05/07/2007) Yazarlığını bu sözlerle tanımlayan, Türk edebiyatının geleneksel öykü yapısını tümüyle reddeden ayrıksı yazarı Leyla Erbil’i okuduk ve tartıştık.
1931 yılında İstanbul’da doğan Leyla Erbil halen İstanbul'da yaşıyor.Yazarlığa hikâyeyle başlayan yazar yerleşmiş yazın akımlarına bağlı kalmamış; roman, hikâye ve düz yazı metinlerinde psikanilizin özgürleştirici yöntemlerini kullanarak, dinin, ailenin, okulun, toplumun ürettiği tabulara karşı 1956'da başlayan mücadelesini zengin kelime hazinesi ve söz dizimi kurallarını değiştirme çabasıyla sürdürmüş, yeni bir biçim ve biçem geliştirmiştir. Başlıca düşünce kaynakları Marx ve Freud olarak belirtilen Leyla Erbil, Türkiye Sanatçılar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası kurucularından olup, PEN Yazarlar Derneği üyesidir. 1961'lerde Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Erbil, Türkiye İşçi Partisi'in Sanat ve Kültür Bürosu'nda görev almıştır. 1979'da çağrılı olarak gittiği ABD'de kendisine, Iowa Üniversitesi Onur üyeliği verilmiştir. Edebiyat Ödüllerine katılmayan Erbil, Ankara Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülünü kabul etmiştir. 2002 yılında, PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın yazar adayı olarak gösterilirken, "Türk dili ve edebiyata egemenliği, aynı, zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı" vurgulanmıştır.
“Erbil öykülerinin rengi siyahtır. Tüm öykülerde incinmiş, kırılmış, kıstırılmış hayatların peşine düşer. Ona göre anlatılmaya değer olan sadece ve sadece bozgunlardır. Okur daha ilk cümlelerde bir bozgunun orta yerinde bulur kendini. Bu öykülerde umuda, iyimserliklere, aydınlıklara yer yoktur. Apaçık sorgulama ve yüzleşmenin öyküsünü yazar.
Öykülerde aile kurumuna, toplumun sahte namus anlayışına, kadının algılanma biçimine, erkeksi düzene, kendilerini aşağılatan kadınlara ağır eleştiriler getirir. O her tarafın ‘erkekler’ tarafından kuşatıldığını düşünür. Dilin, devletin, toplumsal yaşamın, dinin, her şeyin erkeksi olduğuna inanır. Bu yüzden kadının yeniden kendini var etmesi gerektiğini ileri sürer. Bunun yolu da başkaldırmaktan geçer. Muhalifliğini ağırlıklı olarak ‘cinsiyet’ anlayışına yaslar.
Erbil’e göre, kadın sorununu çözememiş toplumlar neye bağlı olurlarsa olsunlar, nasıl yönetilirse yönetilsinler bir yerde tıkanırlar. Bu bağlamda ülkemizdeki tüm sorunların kaynağında kadına olumsuz bakış yatmaktadır.” (Necip Tosun)
Mısır’ın piramitleri kadar ünlü yazarı: Necip Mahfuz
Türk edebiyatının muhalif yazarından sonra batılılarca hakkında Arap edebiyatının Balzac’ı, Sheakespere’i ya da Dickens’ı gibi benzetmeler yapılan Necip Mahfuz vardı okuma listemizde. 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazar, Kahire'nin Cemaliye bölgesinde 6 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak 1911’de dünyaya gelmiş, 34 roman, 350 küsur kısa hikâye yayımladıktan sonra 30 Ağustos 2006’da ölmüş, devlet töreniyle toprağa verilmiştir. Kitaplarının çoğunda, hayatının tamamını geçirdiği ve Nobel ödülünü almak için bile ayrılmadığı Kahire'nin tarihi mahallelerindeki yaşamı; modern ve geleneksel yaşam arasında denge kurmaya çalışan sıradan insanları anlatmış; pek çok kitabı Arap fimlerine konu olmuştur. Mahfuz'un ilk romanı “Abes el-Akdar” 1939'da yayımlanmış, 1957'de yazdığı “Kahire Üçlemesi” ile Arap edebiyatının tanınmış bir ismi olmuştur. Değişik kurumlarda çalışan Mahfuz, en son Kültür Bakanlığında müsteşar olarak görev yapmış, 1971'de bu görevden emekli olduktan sonra, el-Ahram gazetesinde yazar olarak çalışmıştır. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'a İsrail ile yaptığı barış antlaşmasında verdiği açık destekten ötürü birçok Arap ülkesinde kitapları yasaklanmış, Nobel’i aldıktan sonra bu yasaklar kalkmıştır.
Mahfuz'un 1959 yılında Mısır gazetelerinde tefrika edildikten sonra kitap halinde yayımlanan, ona büyük şöhret kazandıran "Cebelavi Sokağının Çocukları" isimli romanını okuduk. Bu kitap yüzünden 1989 yılında Mısırlı köktendinci şeyh Ömer Abdülrahman tarafından hakkında ölüm fetvası çıkartılan Mahfuz, 1994 yılında Kahire'deki evinin önünde bıçaklı saldırıya uğramıştır. Saldırıdan yaralı kurtulan Mahfuz, sağ kolundaki sinirler zedelendiği için yazmakta büyük güçlük çekmeye başladıysa da ilerleyen yaşına rağmen edebiyattan kopmamış ve kısa hikayeler yazmaya devam etmiştir.
Hayatı yazmak olan, yazmayı hayatı onarmak olarak gören, siyasete edebi ve felsefi bir boyut kazandıran, insanlık değerlerini, özellikle hoşgörüyü işleyen Mahfuz, bağnazlıktan, hele İslami fanatizmden hiç hazzetmemiştir. Romanlarında Kahire'nin kenar mahallelerindeki hayatı konu edinen Mahfuz, başkentin dört bir yanına yayılmış salaş kahvelerde Kahire'nin o telaşlı hayatını betimlerken, aynı zamanda Mısırlı Arap kimliğinin oluşmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.

Cumartesi, Şubat 14, 2009

 

OCAK 2009

JAMES JOYCE ve ULYSSES


Edebiyat Grubu olarak “James Joyce’un Ulysses’ini okuyalım” kararı aldığımızda; aslında bu, başta önerenler olmak üzere çoğumuz için, edebiyat dünyasının “okunamaz” dediği kitabı okumayı başarma çabasıydı. Aradan geçen 4 ay sonunda bu kitabın okunabileceğini ancak okunduktan sonra sunulmasının pek kolay olmadığını anladık. Tabii ki, sunuma bu büyülü kitabın çevirmeni Nevzat Erkmen’i de davet ederek kendimizi iyice köşeye sıkıştırdık.

1882’de Dublin’de doğan Joyce, babasının masallarında kullandığı sözcükleri, uydurma kahramanları daha sonra kitaplarında kullanmak üzere hafızasına yerleştirmişti. Yaşamının değişik dönemlerindeki kişileri veya unutulmaz anıları, romanlarına taşıyan ya da romanlarından hayatına uyarlayan bir tarza sahipti. Huzurlu ve kalabalık bir ailenin en büyük çocuğuydu. Babasının sürekli değiştirdiği işler, çocukluk döneminde ülkedeki politik çekişmeler, devam ettiği dini okul, erken yaşlarda içinde bulunduğu Dublin’in hareketli gece hayatı, yirmili yaşlarda tanıştığı ve sonrasında hayatında gerek dostluk gerekse kazıklanma anlamında derin izler bırakan dostluklar; yavaş yavaş romanlarının kahramanlarını ve içindeki olayların bakış açısını oluşturdu.

Hayatının dönüm noktası ise 16 Haziran 1904’tür. Yıllar sonra bu günü, yani ileride evleneceği Nora Barnacle ile tanışıp ısrarla buluşmaya ikna ettiği gün, romanlaştırarak Nora’ya hayatının en büyük hediyesini vermiştir. Bir kitap yazmıştır Nora için. ULYSSES. Sadece 16 Haziran 1904 gününün anlatıldığı bir kitap. İçinde Nora’ya hissettiklerinin, onunla olan ilişkisinin geçmediği ama yüzyıllarca ve belki de binlerce yıl, okuyan herkesin Nora Barnacle ismini bileceği bir aşkın ürünü roman. Joyce’a dünya edebiyatının ayakları yere basan en kanlı canlı kişiyi hangi yazarın yarattığı sorulduğundaki cevabı; Homeros’tur. Bu da aslında Joyce’un Odysseia hayranlığıdır. Latinceye Ulysses olarak aktarılan Odysseus’un serüvenlerini anlatan destanıdır. Ulysses’te Kral Menelaos, karısı Helena, Troya prensi Paris, İthaka, Poseidon, büyücü Kirke, Penelope, Telemakhos yer alan ögelerdir. Joyce, Ulysses için bölgeyi Dublin olarak seçip, destan kahramanı olarak da Odysseus’un modern, gerçekçi ve komik bir uyarlaması olan bir satıcı ve Yahudi bir yabancı olan Leopold Bloom’ı seçmiştir. Romanın önemli kahramanların biri olan Stephen Dedalus, babası Odysseus’u arayan Telemakhos’un uzantısıdır. Dedalus soyadı İrlandalı değildir. Mitolojide labirentin yaratıcısıdır. Kendi labirentlerinden birinde tutsak kalmış ve yine kendi yaptığı kanatlarla uçarak kaçan Dedalus. Dedalus’un oğlu ise İkarus’tur. Babasının sözünü dinlememiş, balmumundan yapılan kanatlarla güneşe çok yaklaşmış ve eriyince de denize düşerek ölmüştür. Yunan mitolojisinin etkisi Joyce’un yapıtlarında görülmektedir. Stephen’in gizli yasak bilgileri araması mitolojideki Prometheus’u çağrıştırır. Tanrılardan ateşi çaldığı için kayaya zincirlenen ve ciğerini akbabaların yediği Prometheus.

Joyce 1914 Mart’ında Ulysses’i yazmaya başladı.1917’de gözleri bozuldu. Son yirmi yılında 11 göz ameliyatı geçirdi. 1920’lerde Finnegans Wake’ı yazarken neredeyse hiç görmeden yazıyordu. Bu nedenle de Ulysses’in yazımında Joyce’un birçok yazım hatası yaptığı söylenir. Ancak Ulysses’in yoruma çok açık çevirilerinde sürekli olarak değişen bir ifade söz konusudur. Bu nedenle de farklı dillerde birçok kez yenilenen baskıları olmuştur. Joyce, 16 Haziran 1904 gününün erken saatlerinde evinden çıkan Leopold Bloom’un Dublin’in ara sokaklarında ve ana caddelerinde yürürken karşılaştığı kişileri, onların düşünce ve anılarını, İrlanda’nın değişik çevrelerini, kenar mahalle bıçkınlarını, genelev sakinlerini, Dublin’in hatırı sayılırlarını, kilise müdavimlerini büyük bir ustalıkla Ulysses’te toplamıştır. Bütün bu çevrelerin farklı aksanlardaki İngilizcelerini konuşulduğu gibi aktarmıştır romanına. İngilizcesinin bile çok zor anlaşıldığı bu romanın bir başka sorunu ise elli sene sonra kendini göstermiştir. Kitap başka dillere nasıl çevrilecektir?

Ulysses’in Türkçeye gelmesine önayak olan Enis Batur’a kulak verelim;
“Ulysses’i çevirmeye kalkışmak başlıbaşına bir çılgınlık; yayımlamaya, daha doğrusu çevirtmeye kalkışmak da öyle; ya, çevrilmiş, yayına hazır edilmiş “Ulysses” için bir önsöz yazmaya kalkışmak?”

Üç yıl süren Ulysses’in Türkçeleştirilmesini Nevzat Erkmen üstlendiğinde aslında 40 sene önce okumaya başladığı ve bu çeviri süreciyle sonlanan bir kitap vardı önünde. Her cümle için ayrı ayrı araştırma yapan, rahibin elindeki bir kasenin hangi sözcükle söylenebileceğini bulmak için kilisede rahiple görüşen, Joyce’un bazı bölümlerde kullandığı İrlanda argo İngilizcesini çevirmek için Türkçemize yeni sözcükler kazandıran, kitabın orijinaline tamamıyla sadık kalan ve okuyanın kendisini Joyce’un tam da istediği yerde hissedeceği bir bulmaca ustası veya kendi deyişiyle etiketlerini yırtıp atmış sadece Nev olarak kalmış Nevzat Erkmen.
“Ulysses bir yolculuk. Homeros’un Odysseia’sı da. Hepimizin yaşam serüvenini simgeleyen bir Tinsel – Tensel Yolculuk’tur bu. Ulysses’i çevirmek de bir yolculuktur – hiç bitmeyecek. O tanımsız labirentte acımasız devlerle kapıştım, fettan denizkızlarıyla oynaştım, Dublin insanlarıyla ne oyunlar oynadım, sokaklarıyla yoldaş oldum, Joyce’un ulusesini dinledim de dinledim, bir Mr. Bloom olup çıktım.”
“Ulyssesce”yi “Türkçe”ye çeviren Nevzat Erkmen bittiğini düşündüğü ama aslında hiç bitmeyecek serüvenini böyle tanımlıyor.

Eğer yolunuz 16 Haziran tarihinde Dublin’e düşerse, “Bloomsday” kutlamalarına katılın; “Joyce ve Ulysses”severler dünyanın değişik yerlerinden gelip toplanırlar o gün, kendinizi yüzyıldır tanıdığınız ama ilk kez o gün karşılaştığınız bir topluluk içinde bulursunuz.

Ulysses'i okumak insanın edebiyat dünyasında, hayli değişik bir pencerenin aralanmasına yol açıyor. Bakalım bu pencerenin içinde dolaştıkça nerelerde Dedalus'la karşılaşacağım veya Dedalus'un yolunda kaybolunca kimler çıkacak yoluma? Gözlerimi kapatıyorum ve Mr.Bloom ile Dublin'de striptiz yapan bir votkanın keyfi içinde yollarda yürürken, yanımızdan geçen at arabasının üstünde muzip gülümsemesiyle Neverk ile gözgöze geldiğimi, onu da Rüzgarlıtepe'de ebedi bir buluşmaya çağırdığımı görüyorum.
Teşekkürler James Joyce, teşekkürler Nevzat Erkmen.

Cem Sarvan, MINE’89

Salı, Ocak 13, 2009

 

ARALIK 2008

EDEBİYATA VE İNSANLIĞA BİR ARMAĞAN: TEZER ÖZLÜ
Lodosta başı ağrımayanları, uçakta iştahla yemek yiyenleri, karı veya kocasına hayranlık duyanları, aşık olunca ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını sananları, kendilerine hakim olmaları gerektiğini sananları, görgüden söz edenleri, insan dramının bilincinde olmayanları sevmeyen, Svevo, Kafka ve Pavese’yi ve de dostlarını çok seven bir yazar Tezer Özlü. Yaşamıyla, duruşuyla hüznü en derinden duyumsatan bir kadın O! Yazdıkları edebiyata da insanlığa da bir armağan!
1943’te Simav'da doğan Tezer Özlü’nün çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçer. On yaşındayken İstanbul'a gelir, Avusturya Kız Lisesi'ne devam eder ancak mezun olamaz. 1961'de yurt dışına çıkar, 1962 - 1963 yıllarında otostopla Avrupa'yı gezer. 1967 - 1972 yılları arasında kesintili olarak İstanbul'da farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde kalır. Çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri 1980’de yayımlanan “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı kitabında anlatır. 1964’te Güner Sümer’le, 1968’te Erden Kıral’la, 1984’te Hans Peter Marti ile evlenir. 1973’te kızı Deniz doğar. Ve ne yazık ki Şubat 1986’da Zürih’te kansere yenilir.
Edebiyatımızın en özgün yazarlarından biri olan Tezer Özlü’nün 1963'ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan “Eski Bahçe-Eski Sevgi” 1978’te; 1983'te “Bir İntiharın İzinde” adıyla Almanca olarak yazdığı, 1983 Marburg Yazın Ödülü'nü kazanan, daha sonra kendi tarafından dilimize çevrilerek bir anlamda yeniden yaratılan “Yaşamın Ucuna Yolculuk” 1984’te; kimi günce ve anlatı parçalarının toplandığı “Kalanlar” 1990’da; kardeşi Sezer Duru tarafından dilimize çevrilen senaryosu “Zaman Dışı Yaşam” 1998’te; birbirlerine verdikleri söz üzerine Leyla Erbil tarafından düzenlenen mektupları da 1995’te yayımlanır.
Çok erken acıyla tanışır Tezer Özlü. ‘Dünya içini kemirir, evler okullar işyerlerleri içini kemirir, ölmek ister diriltirler, yazı yazmak ister aç kalırsın derler, aç kalayım der serum verirler, delirir, elektrik verirler...’ ve o “Çocukluğumun Soğuk Geceleri”inde şöyle der: ‘pazar günleri... şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek.......... isterim hep.’ Ve de erkenden gider.
---------------------------------
ŞAİR, ÖYKÜ YAZARI, ÇEVİRMEN, ELEŞTİRMEN, AMATÖR FOTOĞRAF SANATÇISI VE BESTECİ PROF. DR. YUSUF ERADAM KONUĞUMUZ OLDU.
Yusuf Eradam çok yönlü ve espirili kişiliğiyle 17 Aralık toplantımıza renk kattı.

1954 yılında Bor'da doğan Yusuf Eradam, hep gurur duyduğu ve “olmasaydı, olamazdım” dediği ve iğneden ipliğe nesi varsa bağışlayacağı Darüşşafaka Lisesi’nden mezun olduktan sonra, Hacettepe Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, Fransız Kültür Merkezi (Ankara) ve Moray House College of Education’da (İskoçya) öğrenim gördü (MA TESOL, İngiliz Kültür Heyeti bursuyla). İngiliz Kültür Derneği ve Hacettepe Üniversitesi’nde İngilizce, University of Nevada Las Vegas’ta (UNLV) ve Saginaw Valley State University’de (SVSU, Michigan) karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi.

Yurt içinde ve dışında çeşitli panellere, seminerlere, radyo-televizyon programlarına ve konferanslara katılıp dil, edebiyat, çeviri ve popüler kültür alanlarında bildiriler sunup konuşmalar yapan, şiirleri, öyküleri, çevirileri ve fotoğrafları yurt içi ve dışında yayımlanan iki öyküsü ABD’de üniversitelerde okutulan, yurtiçi ve dışında çeşitli ödüller alan Eradam,
edebiyat ve görsel sanatlarla yetinmeyip beste yapıp, şarkı sözü yazmakta ve de söylemekte. Çeşitli müzik topluluklarına üye olan sanatçı iki kez Eurovision Türkiye finalllerinde, bir kez de Marmaris Şarkı Yarışması finalinde yarıştı.
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Anabilim Dalı başkanıyken emekli olan Eradam, İstanbul Cihangir’e taşındı ve çeşitli üniversitelerde Amerikan Edebiyatı, Popüler Kültür, Çeviri ve Yazarlık dersleri verdi. Birçok gazete ve dergiye yazıları, şiirleri ve çevirileri ile katkıda bulunan Yusuf Eradam, Haliç Üniversitesi’nin Mütercim Tercümanlık Bölümü’nü kurduktan sonra tam zamanlı öğretim üyeliğinden ayrıldı ve şimdi Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Amerikan Sinemasında Belli Başlı Konular” ile “Popüler Kültür ve ABD” derslerini veriyor.
Böylesine çok yönlü, böylesine çok üreten bir kişiyi burada kısaca anlatmak olası değil. www.yusuferadam.com sitesini ziyaret etmenizi öneririm.
Sohbetimiz saatlerce sürebilirdi. Zamanımız azdı. Tadı damağımızda kaldı. Söz aldık Yusuf Eradam’dan, gene bekliyoruz.
Elma da Olabilir
Öleceksem tanrım
neden
bu
kadar
güzel
kokar
bu
por
ta
kal
?
Vildan Ertürk (Arch79)

Perşembe, Aralık 18, 2008

 

KASIM 2008

AĞLAYAN DAĞ SUSAN NEHİR

Son romanı “Ağlayan Dağ Susan Nehir” ile bu yılki Orhan Kemal Roman ödülünü kazanan arkadaşımız Ayşegül Devecioğlu’nu derneğimize konuk ettik.
“Orhan Kemal, her zaman çok dikkat ettiğim bir yazar oldu. Bizler, Orhan Kemal kitaplarını okuduktan sonra aynı insanlar olarak kalamadık, devrimci olduk. Çünkü, o kitaplar bize dünyanın bu haliyle yaşanası olmadığını gösterdi. Sanatın devrimciliği de burada zaten.” ödülünü aldıktan sonra bunları söyleyen Ayşegül Devecioğlu, 12 Eylül öncesi dönemi bütün ağırlığı ile yaşadı, işkenceye, sürgüne maruz kaldı, 24 yaşında anne oldu, 26 yaşındaki eşini işkence sonucu kaybetti ve hayatını bir Çingene mahallesine saklanarak kurtarabildi.
Devecioğlu’na göre yazarlar, insanların acılarını aktarırken kendilerini ya o dünyanın içine ya da karşısına koyar. O ise kendini o dünyanın içine koyarak bakıyor ve bunu anlatmaya çalışıyor. Çingenelerin binlerce yıllık bir doğa ve hayat algısı, bundan türeyen bir yaşam tarzı var. Kentli olarak yetişmiş birinin bu dünyaya tam da vakıf olamayacağı düşüncesinden hareket eden Ayşegül Devecioğlu romanını bu “anlayamama” hali üzerine kuruyor.

Ağlayan Dağ Susan Nehir, bir çingenenin öyküsü; ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir çingenenin...

Ayşegül Devecioğlu Naciye Abla karakterine şekil veren Atiye Abla’sını şöyle anlatıyor: “Evimizin emektarıydı. Gizlemeye çalıştığı çingeneliği, cumhuriyetin ideallerini taşıyan bir ailede büyüyen bizlere, görünmeyenin dünyasını açtı. Dünyanın elle tutabildiğimiz, gözle görebildiğimiz şeylerden ibaret olmadığını, bunların hakikati ortaya koyamayacağını öğretti bize. Atiye Ablamız eve, çocuklara bakmak için gelip kısa sürede herkesin farkına varıp anlam veremediği maharetleriyle, tüm aile bireylerinin kalbini kazanmış bir kadındı. Benim çocuğum olduğunda da yanımda yaşadı uzunca bir süre. Dönemin illegalite koşullarında niye hiç zorluk çekmediği, gizlenene ve söylenmeyene bu denli alışık olması, yasa-dışı addedileni yadırgamayışı, burnumuzun dibinde bitip de gözümüzden kaçmayı başaran dünyalar hakkında yeterince ipucu veriyordu. Naciye Abla karakterine hayat veren Atiye Abla’mız Edirne'deki Çingene mahallelerinden birinde yaşıyordu. Oğlum Ali Fuat'ı da yanımıza alıp birlikte Edirne'ye gittik. Elektriği, suyu olmayan, Atiye Abla'nın deyişiyle bir "yer eviydi". Ama insanların birbiriyle korkudan selamı sabahı kestiği o günlerde bana açılan sıcak bir kapıydı. Bahçede küçük erik ağacı vardı. Dalları göçebe, yapraklarını dökmüş cılız mı cılız bir çakal eriği... Kıştı. Sürekli yer değiştiren, evin arsasında oradan oraya gezen odalardan birinde odun sobası yanıyordu; gece duvarlarda gölgeler oynaşıyordu. Ben gaz lambasının ışığında durmadan kitap okuyordum. Özellikle de Kemal Tahir... Bir leğende yıkanıyorduk, suyunu kovalarla bahçeye döküyorduk. Atiye Abla birbirinden tuhaf ve lezzetli çorbalar pişiriyordu. Ben evin kızı olarak sabahları çeşmeye gidiyordum. Mahallede çok yadırgandığımızı biliyordum. Atiye Abla, eve gaz ya da başka bir şey istemeye gelenleri yalan söyleyip geri yolladıkça öfkelenirdim. En çok da eve çocuklar geldiğinde ikram ettiğimiz şeylerin en güzel parçalarını Ali Fuat'a, küçük parçaları ya da üstüne az şokella sürülmüş ekmekleri diğer çocuklara vermesine kızardım. Bazen de onlara hiçbir şey vermezdi. Bu kızgınlığımdan dolayı oradaki yaşamı algılamaktan hayli uzak kalmışım.”

Bir nehrin yatağına akması gibi doğallıkla devrimci mücadeleye katıldıklarını söyleyen Ayşegül Devecioğlu, gözleriyle neler gördüklerini bildiğinden, kendi kuşağına hala biraz ümit bağlıyor ve herşeye rağmen kendisini şanslı buluyor: “Bizim kuşağımız birbirini arkadaş olarak, sevgili olarak, sevmenin başka ve bana göre daha yüksek bir anlamıyla sevdi. Böyle anlamlarla yüklü bir zamanı yaşayabilmek çok güzeldi. Bu yüzden çok şanslıyız.”

Sağol, Ayşegül Devecioğlu!

VİLDAN ERTÜRK (ARCH 79)

Pazar, Kasım 09, 2008

 

EKİM 2008

“Masumiyet Müzesi” 1975’te başlayıp 2000’lere kadar uzanan saplantılı bir aşkın öyküsü. Nişantaşı sosyetesinden zengin oğlu Kemal, uzak akraba fakir kızı Füsun’la kısa süreli tutkulu bir aşk yaşar ama bu aşkın değerini bilmeyip kendi dünyasındaki nişanlısına döner. Füsun çok kırılır ve ortadan yokolur. Aklı başına gelen Kemal onu aramaya koyulur. Arama, bulma ve yeniden kazanma sürecinde aşkı bir saplantıya dönüşür. Füsun’u yeniden elde edemese de hiç yitirmediği umuduyla onun çevresinde yaşamaya başlar ve Füsun’a ulaşma saplantısı onunla ilgili nesneleri toplama takıntısına dönüşür. Füsun’un kullandığı, dokunduğu, baktığı, yanından geçtiği her nesneyi toplamaya başlar. Bu nesneleri çalar genellikle. Füsun ve ailesi bu tutku sayesinde oldukça rahat bir hayat sürdüklerinden olsa gerek, bu küçük hırsızlıkları görmezden gelirler. Bu hastalıklı yaşam yıllarca sürer. Kemal Füsun’u tamamen kaybedince bu nesnelerden bir müze oluşturarak saplantısını ebedileştirmeye karar verir. Dünyada erişebildiği tüm müzeleri gezer. Özellikle de tuhaf ve saplantılı olanlara odaklanır. Müze kuracak imkânı bulamamış koleksiyonerleri bile bulur. Kendine benzettiği herkesle, kendi yaşadığına benzeyen her şeyle ilgilenir ve sonunda Füsun’un Çukurcuma’daki evini müze haline getirir. Müzesinin bir kataloğu olması gerektiğini düşününce de, bir zamanlar Nişantaşı’ndan tanıdığı yazar Orhan Pamuk’u bulur. Böylece Masumiyet Müzesi, Kemal Basmacı’nın anlattıklarına dayanarak, Füsun’u tanımış, hatta onunla bir kez dans bile etmiş olan Orhan Pamuk tarafından yazılır.

Romanın kendinden çok oluşum süreci ilginç. Roman ve müze karşılıklı ilişki içinde birlikte oluşuyorlar. Orhan Pamuk romanı henüz yazmamışken Çukurcuma’da bir ev alıyor ve evin yeniden yapımı, romanın gelişimine, karakterlerin özelliklerine göre şekilleniyor. Tamamen kurgusal olan romanla, somut nesneleri ilişkilendiren yazar, kurduğu müzede roman atmosferini yeniden yaratıyor.

Bir romanda kurgulanan mekanın gerçek dünyada yaratılmasının ilk örneği olan “Masumiyet Müzesi” yalnızca edebiyatçıların değil, mimarların da ilgisini çekiyor. Prof. Dr. İhsan Bilgin gerçekleştirdiği projenin uygulanmasında binanın dışı olduğu gibi korunup içi tümüyle müzeye uygun olarak yeniden yapılıyor. Romanda Füsun’un ailesi ile birlikte yaşadığı, Kemal’in de günlerinin çoğunu geçirdiği ev olarak tasvir edilen bina, Çukurcuma Caddesi 24 numaradaki Brukner Apartmanı. Orhan Pamuk bu evi 1999 yılında satın alıyor, anlatıyı bu binaya göre kurguluyor, bina da anlatıya göre şekilleniyor. Apartmanın müzeye dönüşme sürecinde Orhan Pamuk, Kemal adına dünyayı geziyor.

Orhan Pamuk bu müzeyi kurabilmek için dünyada pek çok müze gezmiş, bitpazarlarından nesneler toplamış. Romanın yazılması altı yılı bulmuş, müzenin inşaatı tamamlanmış durumda, açılması için ise sergilenecek nesnelerin ve sergilemeye ilişkin ayrıntıların tamamlanması gerekiyor. Oldukça ilginç bir çalışma ama bu müzeyi kim gezer, orası belli değil. Çünkü, dünyadaki bu özel müzeler, ya özel koleksiyonlar ya da özel kişiler için kurulmuş. Yani, ya birisi ya da birileri tarafından toplanmış çok özel bir nesne koleksiyonu; ya da herkese malolmuş, ilgi duyulan, önemli bir kişinin özel eşyalarından oluşan bir koleksiyon sözkonusu. Masumiyet Müzesi ise bir hayal ürünü. Nobel’li bir yazarın hayalinin ürünü. Belki de bu özelliği nedeniyle ilgi çeker. Belki de Orhan Pamuk böyle bir ilgiyi öngörmüştür.

Orhan Pamuk’un roman-müze düşüncesi ilginç, yazım sanatının inceliklerini bildiği için kitabını da sürükleyerek okutturuyor, ama şunu da merak ettirtiyor doğrusu: Bu kadar yıl, bu kadar emek, bu kadar yolculuk bir o kadar masraf demek...Orhan Pamuk’un, ya da yayıncısının redaksiyona ödeyecek paraları kalmadı mı acaba?

Cuma, Ekim 10, 2008

 

EYLÜL 2008

Oğlunun adını “Öykü” koyacak kadar öyküye gönül veren, birçok öykü kitabı yazıp ödüller kazanan ve Diyarbakır gibi bir kenti yalnızca bir öyküyle anlatamayacağını anlayınca roman yazan Özcan Karabulut derneğimize konuk oldu. 1958 Adana doğumlu olan arkadaşımız Özcan Karabulut’u yalnızca öykü kitaplarından tanımıyoruz. O, ODTÜ’deki edebiyat kulübü çalışmalarından bu yana otuz yıldır edebiyat için emek harcayan bir isim. Ankara Öykü Günleri’ni başlatıp yıllarca sürmesini sağlayan, “Düşler ve Öyküler” ve “İmge Öyküler” dergilerini çıkaran, Edebiyatçılar Derneği’nin kurucu üyelerinden olup bir dönem başkanlığını da yapan, 14 Şubat’ı Dünya Öykü günü olarak UNESCO’ya öneren ve bunun kabul edilmesi için uğraş veren Özcan Karabulut aynı zamanda uzun yıllardır TÜRKİŞ’de Çalışan Çocuklar Bürosu’nda görev yapıyor, ILO, UNICEF bağlantılı uluslararası projeler geliştiriyor ve uyguluyor, bu alanda yayımlanmış makaleleri ve kitapları var.

Çalışan çocuklar onun en büyük derdi. Şöyle diyor, Özcan Karabulut: “Çocuk işçilerin varlığı, insanın insana yaptığı sömürünün, baskının ve zulmün en somut kanıtıdır. Bir çocuk, bir erkek çocuk kendisine amcalar tarafından pislik yapıldığını söylüyorsa ve her defasında zaman kazanmak için ‘üç pantolon’ giyiyorsa, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya hiç kimse, ama hiç kimse geceleri rahat uyuyamamalıdır. 1992 yılından bu yana çocuk işçiliğiyle ilgili projelerde çalışıyorum ve çocuk işçiliğinin herkesin derdi olması için uğraşıyorum.”

“AMİDA, EĞER SANA GELEMEZSEM”, Gaffar Okkan’ın öldürülmesinden sonraki beş-altı aylık dönemi, aslında Türkiye’nin son yirmi beş yılını anlatıyor. ILO çalışmaları, çalışan çocuklar, Diyarbakır üzerinden bölgenin sorunları gibi gerçekler üzerine kurulu olan roman bir imkansız aşk öyküsüyle bu gerçekleri sürükleyici biçimde harmanlıyor.

Romanın ana karakteri “Arat” roman yazarının kurguladığı bir karakter; yaşadıklarını kurgulayan bir anlatıcı aynı zamanda. Arat’la romancı arasındaki otobiyografik ilişki Arat’ı inandırıcı kılıyor. Arat işi nedeniyle sürekli yolculuk yapan, çoğunlukla otel odalarında yaşayan evliliği henüz bitmiş bir adam. Bir yandan da romanını yazmakta. Romanın ana karakterlerinden biri olan bu zıtlıklar kenti Arat’ı öyle bir içine alıyor ki; aşk ve Diyarbakır imgeleri ölümle birleşiyor Arat’la Dilşa’nın imkansız aşkında.
Arat’a göre “bir yanıyla, insanın icindeki edebiyatı, aşkı, çılgınlığı açığa çıkaran yaralı dişil bir kent; öteki yanıyla, insanın içindeki öfkeyi, deliliği, başkaldırıyı uyandıran, gururlu bir eril. Diyarbakır, uçlarda yaşayan insanlarıyla zıtlıklarını açığa vuran, dahası, her şeyin mümkün olabileceği bir kent. Burada her şey kutsal, hiçbir şey kutsal değil. Bir yüzüyle acımasız, bir yüzüyle sevecen, ama her iki yüzüyle de heyecan veren bir kent. Barındırdığı olağanüstü sürprizlerle insana başka kapılar açmaya, insanı saşırtmaya hazır koskocaman bir dünya.”

Bir zamanlar Diyarbakır’ın kadın hükümdarı olan Amida, örtülü, evli, üç çocuklu Dilşa’da hayat buluyor. Dilşa, artık Amida, bedenine, yaşadığı kente sığamıyor. Amida, Arat`la konuştukça, onunla oldukça kendini özgür hissediyor. Ama ne Dilşa gerçeklerden kurtulabiliyor, ne de Arat olayların gidişini değiştirebiliyor. Ve Özcan Karabulut, “Kadınlar senin için ölsün,” diyen Carmen’in; “Korkarım kadınlar sizi çok üzecek,” diyen Kostenceli Münevver Reşit’in; Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde ölüm oruçlarından, tecritten, işkenceden geçen Rızgari’nin; dağdaki Muhsin’in; Muhsin’in anası Halti Hazey’in; polis baskınında öldüğü sanılan, ancak sonra yaşadığı anlaşılan Ermeni asıllı Simla’nın; “Bu erkekler niye böyle? Kadınlardan her istediklerini elde etmeye hakları olduğunu mu sanıyorlar?” diye soran Serpil’in; “Ak memelerden korkağa pay düşmez,” diyen Amida’nın; Diyarbakır’ın; ama en çok da “Amcalar pislik yapıyor” diyen çocuk işçi Ugur’un ve de bütün bu insanları ve Diyarbakır’ı tanıyan, yaşadıklarını kurgulayan Arat’ın yasını tutuyor bu romanda.

Cumartesi, Eylül 13, 2008

 

TEMMUZ-AĞUSTOS 2008

İtalyan edebiyatının çarpıcı yazarı Alberto Moravia’nın "Küçümseme" adlı romanı, karısı Emilia’yı mutlu edebilmek, para kazanabilmek uğruna senaryo yazan Molteni'nin karısına ilişkin kuşkuları, saplantıları üzerine kurulmuş bir öykü. Molteni, Homeros’un Odysseia destanını popüler bir filme uyarlama işini üstlenir. Senaryo yazımı ilerledikçe filmin yapımcısı ve genç çift arasında garip bir bağ kurulur. Moravia bu ilişkileri irdelerken destana göndermelerde bulunur. Emilia’nın kendisini sevmediği, soğuk davrandığı ve "küçümsediği" fikrine kapılan Molteni bu değişikliğin nedenini araştırmaya başlar ve evliliği, işi ve giderek bütün hayatı bambaşka bir yöne çevrilir. 1963’te Jean-Luc Godard tarafından filme alınan "Küçümseme"de başrollerde Brigitte Bardot ve Michel Piccoli oynuyordu.
12 Kasım 1907'de Alberto Pinchole adıyla Roma'da dünyaya gelen Alberto Moravia dokuz yaşındayken kemik tüberkülozuna yakalanır. 18 yaşına kadar tedavi görür. Moravia hastalığı sırasında, 16 yaşındayken, "Aylaklar" adlı kitabını yazmaya başlar. Orta halli bir ailenin çöküşünü konu aldığı bu kitabını 1925 yılında tamamlamasına rağmen ancak dört yıl sonra yayımlatabilir. Kitabında Pinchole'yi kullanmak istemeyerek, Moravia takma soyadını alır. "Aylaklar", karamsar özelliklerinden dolayı beşinci baskısından sonra yasaklanmış olsa da, bu kitapta geçen cinsellik, para hırsı ve çöküş motifi Moravia'nın sonraki eserlerinin hemen hemen tümüne damgasını vurmuştur. Yazar 1941'de Capri'ye yerleşir. Hayali bir Orta Amerikalı diktatörü yeren "Maskaralık" adlı romanı, İtalya'nın Duçesi Bonito Mussolini'nin onurunu zedeleyici kabul edildiğinden, ikinci baskısı engellenerek Moravia'ya yayın yasağı getirilir. 1943'de kovuşturulan kişiler listesine alınır. Gözaltına alınmamak amacıyla eşiyle birlikte dağlara kaçar ve orada tam dokuz ay saklanmak zorunda kalır. Moravia çifti 1944'de Roma'nın kurtarılmasının ardından kente döner.
Alberto Moravia'ya asıl başarıyı "Romalı Kadın" adlı romanı kazandırır. Fahişeliğe itilen bir genç kızın hayatının anlatıldığı bu roman, 1 milyondan fazla satış yapar. Katolik kilisesi müstehcen tasvirleri yüzünden Moravia'nın bütün yapıtlarını yasaklanmış kitaplar listesine alır. 20'inci yüzyılın ikinci yarısında yazdığı öykülerde, tıpkı romanlarında olduğu gibi Roma'nın öteki yüzünü, sıradan insanların günlük yaşantısını ve varoşlardaki karanlık hayatı anlatır.
1984'de İtalyan Komünist Partisi tarafından bağımsız aday olarak Avrupa Parlamentosu'na gönderilen yazar, 26 Ekim 1990'da doğduğu şehir Roma'da yaşamını yitirir.
İtalya'nın aykırı yazarından sonra okuma programımızda Portekiz'in 1998 Nobel Edebiyat Ödüllü yazarı José Saramago vardı.
16 Ekim 1922'de Lizbon kentinin kuzeyindeki küçük bir köy olan Azinhaga'da doğan José Saramago yoksul bir köylü çocuğu olarak büyür. Ailesiyle birlikte taşındığı Lizbon’da öğrenim görür. Makinistlik eğitimi alır. Öğrenimi sırasında çalışır. Ekonomik sorunları nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalır. Teknik ressamlıktan redaktörlüğe, editörlüğe ve çevirmenliğe kadar birçok işte çalışan Saramago, yayın hazırlığı ve üretim departmanında görev yapmış, Diario ve Lisboa gazetelerinde kültür editörü olarak çalışmış, siyasi yorumlar yazmış, Portekiz Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulunda görev üstlenmiştir. 1976’dan sonra kendini tümüyle kitaplarına verir ve onların geliriyle yaşar. 1993’te Kanarya Adaları’nda Lanzarote’ye yerleşen ve halen orada yaşamakta olan Saramago'nun ilk romanı "Günah Ülkesi" 1947’de yayımlanır. Yazar, roman ve denemenin yanısıra şiir ve oyun da yazmıştır. Muzip anlatım diliyle okuyucuyu kendine bağlayan, nokta ve virgül dışında noktalama işareti kullanmayan Saramago'nun en ünlü romanlarından biri olan "Körlük"ü okuduk.
Brezilyalı Fernando Meirelles tarafından filme alınan "Körlük" bu yılki Cannes Film Festivalinin açılış filmi oldu. Tümüyle bir bilim-kurgu olarak yorumlanan filmde Mark Ruffalo ve Julianne Moore rol almakta. Bazı eleştirmenlere göre filmin gerçek başarısı hikayenin asıl metnini okuma arzusu uyandırmakla sınırlı. Portekizli bir eleştirmene göre ise ‘romanın ruhu ve mesajı yok olmuş’.
Saramago’nun yarattığı körlük, varolan ama görülmesi için kafaların kumdan çıkarılmasını gerektiren bir çürüyüşün öyküsü.
Kırmızı ışıkta duran bir araba yeşil yandığında hareket edemez. Sürücüsü, ‘süt denizi’nde yüzen birine dönüşmüş, ‘beyaz bir körlüğe’ gömülmüştür. Vahim olan bu ‘beyaz körlük’ bulaşıcıdır ve kısa bir sürede hızla yayılacaktır. Körlük ülkede gitgide yayılırken, başlarda her şey kontrol altında gibi görünürken, sonradan hastalığın iktidarı da kemirmeye başlamasıyla kaos baş gösterir. Sonunda ülkede gören kimse kalmaz, kahramanlarımız kapatıldıkları hastane- hapishaneden büyük bir yangın neticesinde kurtulurlar. Yavaş yavaş ilk şoku üzerlerinden atmaya çalışırken, hayatta kalmak için de uğraş verirler.
Son bölümde eski kurallar anımsanmaya, yeniden bir düzen kurulmaya girişilir. Son sahne çok çarpıcıdır! Salgın bitmiş, herkes tekrar görmeye başlamıştır.
Saramago, ahlak, seçme özgürlüğü ve insanın yapabileceklerinin sınırlarını sorgular bu kitapta. Neyin kaos, neyinse düzen olduğu sorusunu buluruz karşımızda. İnsan denilen varlığın ne tam iyi, ne de tam kötü gibi nitelemelerle anlaşılamayacağını anlatır bize.
Düşünceleri, aykırı çıkışları ile ülkesinde ve dünyada her zaman sesini yükselten Saramago, Türkiye'ye karşı da ilgisiz değil. İmralı Cezaevi `nin kapatılması ve PKK liderinin serbest bırakılması için bir bildiri yayımlayan sanatçı ve siyasetçi gurubunun içinde Mairead Maguire, Dario Fo, Danielle Mitterand ve Noam Chomsky ile birlikte yeralan Saramago, Gabriel Garcia Marquez ve Günter Grass ile birlikte de Orhan Pamuk'un davasının "hukuk devletiyle bağdaşmadığını" belirten yazılı bir açıklama yaptı. Geçen yıl Mayıs ayında da İstanbul'a geldi ve Beyoğlu'nda okuyucularıyla buluştu, kitaplarını imzaladı.
"Körlük"ten düşünmek üzerine bir alıntı: 'yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra raslantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yerde çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık.'

This page is powered by Blogger. Isn't yours?