Cuma, Temmuz 01, 2005

 

HAZİRAN 2005

İstanbul sokaklarında ideal aşkı arayan aylak bir adam...Venedik’te mükemmel güzelliğe tutulup, bu tutku uğruna ölmeye razı bir yazar...

Bu ayki konuklarımız Yusuf Atılgan’ın “Aylak C”si ve Thomas Mann’ın “Büyük Yazar Gustav Ashenbach”ıydı.


Yusuf Atılgan, 1921’de Manisa’da doğmuş.1944’te İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdikten iki yıl sonra Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşmiş ve 30 yıl orada çiftçilikle uğraşmış. 1976’da İstanbul’a dönmüş ve 1989’da ölünceye kadar burada yaşamış. Öldüğünde yarım kalan ‘Canistan’ romanının yanı sıra, bol ödüllü öyküler ve iki roman bırakmış bizlere: Aylak Adam(1959) ve Anayurt Oteli(1973).

Yusuf Atılgan, diğer romanlarında ve öykülerinde olduğu gibi, “Aylak Adam”da da, toplumdan kopmuş yalnız bir bireyin yaşantısını anlatır dört mevsimlik bir zaman diliminde. Aylaklığı iş edinmiş bir mirasyedi olan C, babasının kendisine bıraktığı malvarlığı ile rahatça yaşarken, bu malvarlığının yanısıra bırakılan duygusal miras, kendisi olmasını daima engellemekte, özgürlüğüne gölge düşürmektedir. Toplumla uyuşamayan, iki kişilik toplumun “en iyisi” olduğunu düşünen ve bunu kurabilmek için kendi tariflediği ‘gerçek aşk’ı arayan; huysuz, sıkılgan, mutsuz bir adamdır. Sokaklarda dolaşır “Aylak Adam”, insanları inceler, onlara meslekler, öyküler, yaşamlar yakıştırır. “Aylak Adam”, yalnızca toplumu inceleyen, onu sorgulayan, kendini ondan soyutlayan bir kişi değil; doğası gereği ayrıksı olan ve böylece bir insanlık durumu prototipini simgeleyen evrensel bir kahramandır aslında.

Arkadaşlarının anlattığına göre, Yusuf Atılgan da yalnız bir adamdı. Ama bu seçilmiş, tasarlanmış, bir yalnızlıktı. İnsanlardan kaçmak değil, kendini insanlarla paylaşmamaktı. Konuşmaktansa dinlemeyi tercih ederdi. O her yerin yabancısıydı. Hiç acelesi yoktu.
“Kimse bir başkasına ulaşamaz, çünkü kimse kendi sınırlarına varamaz.” diye yazmış bir yazarın, yalnız kalmayı tercih etmesinden daha doğal ne olabilir?

Yusuf Atılgan yazmayı hep bir yük olarak görmüş, gerçekten farklı, yeni, dünyayı değişterecek birşey olmadıktan sonra, yazmayı gereksiz bulmuş.

1957-1958 Yunus Nadi Roman ödülünü kazanan, “Aylak Adam”,1959’da da Varlık Yayınları tarafından yayımlanır. Böyle bir ödül kazanmış olmasına karşın, ortalama okuyucunun pek ilgisini çekmez roman. Hatta, dönemin sanat çevrelerinde bile pek ciddiye alınmaz, hakkınca irdelenmez. Ancak “Anayurt Oteli” filme alındıktan, ve de değerli sanatçıların çoğu gibi öldükten sonra, çok az ürün vermiş olmasına rağmen, psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temalarını başarıyla işleyen bir usta olarak Modern Türk Edebiyatındaki yerini alır.


“Kimse bir başkasına ulaşamaz, çünkü kimse kendi sınırlarına varamaz.”
Diyor, Yusuf Atılgan. Oysa,Thomas Mann’ın, olgunluk çağında ünlü bir yazar olan karakteri, tutkuyu yaşayarak kendi sınırlarına varıyor. Ama ne yazık ki bu sınırda ölüm var!



Yirminci yüzyılın en büyük Alman yazarlarından biri olan Thomas Mann, 1875 te doğmuş, 1891’te babası ölene kadar doğduğu kent Lübeck’te yaşamış, bundan sonra kültür ve sanat merkezi Münih’e taşınmış ve en ünlü eserlerini burada üretmiş. 1924’te Nobel Ödülünü kazanan Mann, Nazi rejimine karşı olduğu için, ailesiyle birlikte önce İsviçre’ye, sonra da 1938’te ABD’ye göçetmiş. Rejime karşı aktif bir şekilde çalıştığı için, 1936’da Alman vatandaşlığından çıkarılan yazar,1955’te Zürih’te ölmüş.

Schopenhauer, Nietzsche ve Wagner’den etkilenen Thomas Mann’ın, Mahler’i gözyaşları içinde Venedik’ten ayrılırken görmesi, yüzyılın en iyi kitaplarından biri olan “Venedik’te Ölüm”ü yazmasının esin kaynağı olmuş.

“Venedik’te Ölüm”, ünlü yazar Gustav von Ashenbach’ın, tatil için gittiği Venedik’te, Tadzio adlı 14 yaşındaki Polonyalı çocuğa tutkuyla bağlanışının, kolera salgınına rağmen orada kalıp, bu insan güzelliğinin mükemmel örneğini seyrederek, mutlu ölmeyi tercih edişinin öyküsü.

Ashenbach, kişiliği ve yaşantısı, yazarlık ve toplumla ilgili düşünceleriyle Thomas Mann’dan izler taşımakta. Zaten romanın yazılış öyküsü de, Mann’ın 1911’de, Venedik’te geçirdiği bir tatilde Wladyslaw Moes adlı 11 yaşındaki bir çocuğun güzelliğine hayran olmasıyla başlar. Romandaki tüm karakterlerin gerçek yaşamda karşılıkları vardır.

Romanın kahramanı, büyük yazar Ashenbach için, Tadzio, mükemmel insan güzelliğinin ve masumiyetin simgesidir. Tarihi ve mitolojik öğelerle de desteklenen bu simge, yazarın sanatın doğasını kavramasını ve o güne kadar bastırılmış duygularının ortaya çıkmasını sağlar. Olağanüstü güzelliği izlemek, tutkuyla, heyecanla, kendini bitirmecesine o güzelliği izlemek, o güne kadar değer verdiği, ürettiği herşeyden daha önemli hale gelir. Temsil ettiği Avrupa burjuva kültürüne uygun olarak yazar, duygularına, yaşamında da, sanatında da gem vurmayı bugüne kadar başarmıştır. Ama tutku gelir ve tüm alışılmış duyguları , tepkileri ele geçirir. Ashenbach savunmasız kalır ve bütün ahlak değerleri çöker. Güzelliğin, tutkunun esiri olur.

Thomas Mann'ın tutkunun tehlikelerine dikkat çeken, “mitoloji + psikoloji” metoduyla yazdığı bu roman, simgelerle, ipuçlarıyla sağladığı dolaylı anlatımıyla, dünya edebiyatında bir başyapıt. İnsana ait doğal bir duyguyu, derin bir psikolojik incelemeyle anlatırken, mitolojik göndermelerle, karakterleri de, olayları da bireysellikten kurtarıp, evrenselleştiriyor.

Kendine vardığı noktada ölüm olmasaydı, başkalarına da ulaşabilir miydi Ashenbach? Bunu bilemeyiz, ama Thomas Mann da, Yusuf Atılgan da, iyi ki vardılar ve bize ulaştılar!



VİLDAN ERTÜRK

This page is powered by Blogger. Isn't yours?