Cuma, Ekim 10, 2008

 

EYLÜL 2008

Oğlunun adını “Öykü” koyacak kadar öyküye gönül veren, birçok öykü kitabı yazıp ödüller kazanan ve Diyarbakır gibi bir kenti yalnızca bir öyküyle anlatamayacağını anlayınca roman yazan Özcan Karabulut derneğimize konuk oldu. 1958 Adana doğumlu olan arkadaşımız Özcan Karabulut’u yalnızca öykü kitaplarından tanımıyoruz. O, ODTÜ’deki edebiyat kulübü çalışmalarından bu yana otuz yıldır edebiyat için emek harcayan bir isim. Ankara Öykü Günleri’ni başlatıp yıllarca sürmesini sağlayan, “Düşler ve Öyküler” ve “İmge Öyküler” dergilerini çıkaran, Edebiyatçılar Derneği’nin kurucu üyelerinden olup bir dönem başkanlığını da yapan, 14 Şubat’ı Dünya Öykü günü olarak UNESCO’ya öneren ve bunun kabul edilmesi için uğraş veren Özcan Karabulut aynı zamanda uzun yıllardır TÜRKİŞ’de Çalışan Çocuklar Bürosu’nda görev yapıyor, ILO, UNICEF bağlantılı uluslararası projeler geliştiriyor ve uyguluyor, bu alanda yayımlanmış makaleleri ve kitapları var.

Çalışan çocuklar onun en büyük derdi. Şöyle diyor, Özcan Karabulut: “Çocuk işçilerin varlığı, insanın insana yaptığı sömürünün, baskının ve zulmün en somut kanıtıdır. Bir çocuk, bir erkek çocuk kendisine amcalar tarafından pislik yapıldığını söylüyorsa ve her defasında zaman kazanmak için ‘üç pantolon’ giyiyorsa, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya hiç kimse, ama hiç kimse geceleri rahat uyuyamamalıdır. 1992 yılından bu yana çocuk işçiliğiyle ilgili projelerde çalışıyorum ve çocuk işçiliğinin herkesin derdi olması için uğraşıyorum.”

“AMİDA, EĞER SANA GELEMEZSEM”, Gaffar Okkan’ın öldürülmesinden sonraki beş-altı aylık dönemi, aslında Türkiye’nin son yirmi beş yılını anlatıyor. ILO çalışmaları, çalışan çocuklar, Diyarbakır üzerinden bölgenin sorunları gibi gerçekler üzerine kurulu olan roman bir imkansız aşk öyküsüyle bu gerçekleri sürükleyici biçimde harmanlıyor.

Romanın ana karakteri “Arat” roman yazarının kurguladığı bir karakter; yaşadıklarını kurgulayan bir anlatıcı aynı zamanda. Arat’la romancı arasındaki otobiyografik ilişki Arat’ı inandırıcı kılıyor. Arat işi nedeniyle sürekli yolculuk yapan, çoğunlukla otel odalarında yaşayan evliliği henüz bitmiş bir adam. Bir yandan da romanını yazmakta. Romanın ana karakterlerinden biri olan bu zıtlıklar kenti Arat’ı öyle bir içine alıyor ki; aşk ve Diyarbakır imgeleri ölümle birleşiyor Arat’la Dilşa’nın imkansız aşkında.
Arat’a göre “bir yanıyla, insanın icindeki edebiyatı, aşkı, çılgınlığı açığa çıkaran yaralı dişil bir kent; öteki yanıyla, insanın içindeki öfkeyi, deliliği, başkaldırıyı uyandıran, gururlu bir eril. Diyarbakır, uçlarda yaşayan insanlarıyla zıtlıklarını açığa vuran, dahası, her şeyin mümkün olabileceği bir kent. Burada her şey kutsal, hiçbir şey kutsal değil. Bir yüzüyle acımasız, bir yüzüyle sevecen, ama her iki yüzüyle de heyecan veren bir kent. Barındırdığı olağanüstü sürprizlerle insana başka kapılar açmaya, insanı saşırtmaya hazır koskocaman bir dünya.”

Bir zamanlar Diyarbakır’ın kadın hükümdarı olan Amida, örtülü, evli, üç çocuklu Dilşa’da hayat buluyor. Dilşa, artık Amida, bedenine, yaşadığı kente sığamıyor. Amida, Arat`la konuştukça, onunla oldukça kendini özgür hissediyor. Ama ne Dilşa gerçeklerden kurtulabiliyor, ne de Arat olayların gidişini değiştirebiliyor. Ve Özcan Karabulut, “Kadınlar senin için ölsün,” diyen Carmen’in; “Korkarım kadınlar sizi çok üzecek,” diyen Kostenceli Münevver Reşit’in; Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde ölüm oruçlarından, tecritten, işkenceden geçen Rızgari’nin; dağdaki Muhsin’in; Muhsin’in anası Halti Hazey’in; polis baskınında öldüğü sanılan, ancak sonra yaşadığı anlaşılan Ermeni asıllı Simla’nın; “Bu erkekler niye böyle? Kadınlardan her istediklerini elde etmeye hakları olduğunu mu sanıyorlar?” diye soran Serpil’in; “Ak memelerden korkağa pay düşmez,” diyen Amida’nın; Diyarbakır’ın; ama en çok da “Amcalar pislik yapıyor” diyen çocuk işçi Ugur’un ve de bütün bu insanları ve Diyarbakır’ı tanıyan, yaşadıklarını kurgulayan Arat’ın yasını tutuyor bu romanda.

Comments: Yorum Gönder



<< Home

This page is powered by Blogger. Isn't yours?