Pazar, Mayıs 01, 2005

 

NİSAN 2005

EDEBİYAT KULÜBÜNDE BU AY –NİSAN-

Bu ay, ilk kitabımız, Kanada’lı şair ve yazar Margaret Atwood’un, KEDİ GÖZÜ adlı yapıtıydı.Orta yaşlı ressam bir kadının gözünden, 40’lı yılların Kanada’sının anlatıldığı roman, Atwood’un otobiyografisi sayılabilecek özellikler taşımakta.

Toronto’da retrospektif sergisi açılacak olan ressam, şehre gelmesiyle birlikte, bir iç hesaplaşma içinde bulur kendini.Zor bir çocukluk geçirmiştir. Çevredeki tutucu ailelere hiç benzemez onunki. Fakirdirler ama açık fikirlidirler. En yakın arkadaşı abisidir. Dini baskılar yoktur onların yaşamında. Bütün bunlar onu farklı kılar, ama bir yandan da yaşıtlarından uzaklaştırır. Yeni yetişen hain kızlar dünyasında bir yabancıdır. Kendini kabul ettirebilmek için çok uğraşır. Her türlü baskıya, aşağılanmaya, sataşmalara dayanır, ama sonunda kızlar işi iyice ileriye götürüp köprüden, nehrin buzlu suyuna düşmesine, hasta olmasına neden olurlar. Meryem Ana’nın hayalini gördüğünü sanarak kurtulur ve bu olaydan sonra kendine güveni gelir.

Yetişkinlikte de sorunlar bitmez. Ne yaşlı ressam öğretmeni, ne de genç sevgilisi onu mutlu eder. Ait olacağı bir yer bulma kaygısı ve çabası devam eder. Feminist ressamlar gurubuna katılır. İçten içe dalga geçse de, onlardan biri olmak, hatta lezbiyen olmak ister. Ama erkeklerin kadınlardan neden çekindiğini anlayınca, kendi de kadınlardan korktuğunu, bu nedenle de lezbiyen olamayacağını kabul eder.

Çocukluğunda ondan gördüğü tüm eziyetlere rağmen, arkadaşı Cordelia’yı özler, görüşmek ister. Umutla bekler ama, sergiye gelmez Cordelia. Sonunda akıl hastanesinde olduğunu öğrenir ve onu görmeye gider. Kaçmak için yardım ister Cordelia, ama o- korkar, ya da geçmiş yılların intikamını alır- yardım etmez. Bir daha görmez Cordelia’yı, ama hep özler.

Kedi Gözü, bir bilyedir. O bilyede iyi, kötü herşey vardır. Çocukluğu... Cordelia...Kendi portresi vardır, “Kedi Gözü” adlı tablosunda.

Kanadalı Atwood’dan sonra bir İngiliz yazar, Tim Parks vardı sırada:

Çağdaş İngiliz yazarların en iyilerinden biri sayılan, Europa’yla Booker ödülüne de aday gösterilen, Tim Parks, Türk okurunca fazla tanınmıyor. Europa, Kader’den sonra Türkçe’ye çevrilen ikinci kitabı.

Parks, kahramanı Jerry gibi, üniversitede çeviri dersleri veren, 25 yıldır Verona’da yaşayan bir İngiliz. Romanları dışında makaleleri, öyküleri var. Birçok ünlü İtalyan yazarının eserlerini İngilizceye çevirmiş.

Milano Üniversitesi’nden bir gurup öğretim üyesi, İtalyan vatandaşlarıyla aynı sosyal haklara sahip olmadıkları gerekçesiyle, aralarında imza toplarlar ve bu şikayetlerini Avrupa Parlamentosuna iletmek üzere, otobüsle Strasburg’a doğru yola çıkarlar.

Romanın anlatıcısı Jerry Marlow, bu yolculuğun amacını, işini pek de önemsemediği halde, imzayı atar, otobüs yolculuğuna katılır. Çünkü, imzalar arasında O’nun adını, yaşamının en büyük macerası, en tutkulu aşkının, karısını-kızını uğruna terkettiği, terkeder etmez de aldatıldığını öğrendiği, “o kadın”ın, o Fransız kadınının adını görmüştür..
Jerry, insanın asla yalnız kalamayacağı, gurup kavramının dayatıldığı, aynı ruh hali içinde şarkıların söylendiği, hızlı yakınlıkların kurulduğu, paket programlarla paket ilişkilerin öngörüldüğü bu modern tur otobüslerinden nefret eder.

Bu yolculukla toplanan, bu her cinsten, milletten insan topluluğu, geçmişleri, yola çıkış nedenleri ve varmak istedikleri yerle, Avrupa entegrasyonu sürecindeki ulusların birer simgesidir sanki. Aynı şeye inanılıyormuş, kutsal bir amaç varmış gibi yola çıkılır, ama aslında herkes kendi derdindedir. Thukydides’ten şöyle bir alıntı yapıyor Jerry; Daha zayıf olan devletler, kar etme yolundaki ortak istekten ötürü, daha güçlü olanlar tarafından yönetilmeye razı oluyorlardı; sermaye kaynaklarını ele geçirerek üstün bir güç kazanan devletler de, daha küçük kentleri denetim altına alıyorlardı. 2500 yıl önce, egemenlik havuzu konusunda, Atina Birliği tasvirini böyle yapmış, Thukydides.

Kendi derdinde olanların başında Jerry geliyor, çünkü o bir tutkunun peşinde. Her olay, her davranış, “o kadın”a bağlanıyor. İlk cümleden son cümleye, tüm düşüncelerde o var, ama adı yok. Bu kadar basit bir şeyle, kadının adını son cümleye kadar saklamakla, yazar merakı sıcak tutuyor, tansiyonu yükseltiyor. Bu zor anlatım şeklinde, her sözcükte, iplerin yazarda olduğunu hissettiriyor okura.

EUROPA, bazı yorumculara göre bir “kara mizah”, hatta, “depresif mizah” örneği. Gerçekten de, bu yoğun, çarpıcı, yorucu anlatıma, bu beyin fırtınasına rağmen, bittiğinde, ince bir gülümseme kalıyor yüzümüzde.

Comments: Yorum Gönder



<< Home

This page is powered by Blogger. Isn't yours?